Doksanlı yıllarla beraber Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler, son yüzyılda Kürt meselesinin jeopolitik bir soruna dönüştüğünü bizlere gösterir. Ortadoğu’nun günümüz sınırları, Sykes-Picot ile başlayan bir dizi anlaşmayla Kürtler için devletsizlikle sonuçlanmıştır. Kürt coğrafyası içerdiği doğal zenginlikler ve yer altı rezerviyle, pay edilen devletler için yaşam kaynağı olarak görülmüştür. Kürt nüfusunun yarattığı toplumsal dinamikler ve riskler ise kolonyalist güçler tarafından ülkelerin iç meseleleri olarak “halledilmeye” havale edilmiştir.
Osmanlı sonrası Orta Doğu
Yirminci yüzyıla Osmanlı imparatorluğu bakiyesi ile başlayan Ortadoğu, 1.Dünya savaşı sonrası döneme İngiliz-Fransız sömürge ve manda yönetimleri ile devam etti. 1940’lara gelindiğinde sınırları cetvelle çizilmiş müstakbel devletlerin yeni aktörleri, asker bir kuşaktan yetişmişti. Eskinin seçkin yönetici sınıfı ve soyluları kudretini yitirmişti. Genç kuşak hayalleri ve öfkeleriyle tarih sahnesine dönemin ruhuyla çıktı. Bu kuşak için ilk sınıfsal dönüşümün izleri, Mısır’a kadar olan coğrafyada antiemperyalist reflekslerin yoğun olduğu Arap milliyetçiliği ve sosyalist eğilimlerde bulunabilir. Bu dönüşüm Mısır, Irak ve Suriye’de nasyonal sosyalist yönelimli Baas partisinin temel harcı haline gelmiştir.
İsrail’in kuruluş dinamikleri 1920’li yıllardan itibaren Ortadoğu’daki rol dağılımında önemli belirleyen olmuştur. Filistin mücadelesi içinde yer ve pozisyon alan Ortadoğu’nun yeni kuşağı için, burjuva demokrasisi ve İsrail baş düşman olarak kodlanır. Tam bir kişilik arayışına dönüşür. İsrail ve hamisi olan ülkeler, darbe üzerine darbelerin sahnelendiği kafası karışık Ortadoğu ülkelerinin varlığını iyi değerlendirir. İsrail’in halen Ortadoğu politikalarında asıl belirleyen aktör olması, bu bağlamdan bakınca şaşırtıcı değildir.
Kürt meselesi içinse 1940-1960 dönemi İran ve Irak’ta hareketli geçmesine rağmen Türkiye’de derin bir sessizliğin yaşandığı yıllardır. Türkiye’deki sosyalist mücadele ve Kürt meselesinin etnopolitik sorun olarak kavranışı ise 1960’lardan sonra ortaya çıkar. Cumhuriyet tarihi, Kürtlerin etnik varlığının inkârı hikayesini bugünün toplumsal fay hatlarını oluştururcasına örer. Seksenlerde güvenlik ve terör meselesine indirgenen Kürt meselesi 1990’larla beraber tarihsel hattına tekrar oturur.
Irak’tan Kürt göçü
Takvimler 1991 yılını gösterdiğinde, Irak Baas rejimi altında yaşayan yaklaşık 1,5 milyon Kürt, Halepçe katliamı gibi insanlık suçları altında göçmen durumuna düşer. Şırnak ve Hakkâri sınırına dayanan 280 bin Kürt göçmen (750 bin kişi İran’a geçmiş, 300 bin kişi ülke içinde yer değiştirmiştir), uluslararası baskıya dayanamayan Türkiye tarafından Irak sınırdan içeri alınır. Güneş dil teorisinin havada uçuştuğu, “aslında Kürt yoktur, onlar dağda yürüyen Türklerdir “söylemlerinin gölgesinde gökten düşen Kürt gerçeği herkesi şaşırtmış ve dağın öte tarafında Kürtlerin yaşadığı keşfedilmiştir. BM raporlarına göre sınırda biriken nüfus içinde günde 500 ile 1000 arasında insan hayatını kaybetmiştir. Trajedi görmezden gelinemeyecek boyuttadır. BM kararlarıyla de facto Kürt bölgesinin oluşumu bu şekilde başlar.
Irak’ta Baas rejimi ve diktatör lideri Saddam Hüseyin’in 2003’te devrilmesi sonrası 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası ile Irak Kürt Bölgesel yönetimi özerk bir statü alır. Türkiye, Özal döneminde başlayan ilişkilerini resmi ve diplomatik düzeyde sürdürerek hızla ekonomik olarak çetrefilli ilişkiler geliştirir. Kürt gerçeği, Türkiye’de “politik ekonominin” alanına bu sayede girer ve en önemli ihraç ürünü olan müteahhitle, petrol takasının yarattığı para bolluğunun ilk talipleri olur. Günümüzde mal ve hizmet alanındaki ekonomik ilişkinin hacmi Türkiye lehine 20 milyar dolara kadar çıkmıştır.
Siyasal olarak iç çatışmaların olduğu Bölgesel Kürt Yönetimi, 2017 yılında yapılan bağımsızlık referandumu sonrası yaşanan gelişmelerle, Türkiye’nin siyasal ve askeri müdahalelerine daha açık hale gelir. Türkiye, Kürt varlığının inkârı politikasından ortaya çıkan jeopolitik gelişmelerle kendi Kürdü ’nü yaratma aşamasına bu şekilde geçiş yapar.
Kamışlı Katliamı’ndan Arap Baharı’na
Suriye’deki Kürtler ise uzun yıllar boyunca baba Esad’ın kimliksizleştirme ve Araplaştırma politikaları altında demografik kıyıma uğratılır. Oğul Esad’ın işleri toparlamaktan uzaklaşan saldırganlığı, 2000’li yıllarda rejime ilk başkaldırı fişeğinin Kürtler tarafından ateşlenmesine neden olur. 2004 yılında tarihe “Kamışlı katliamı” olarak geçen olayda, futbol maçı sırasında ve sonrasında yaşanan rejim yanlısı Arap taraftarlar ile rejim karşıtı Kürt taraftarlar arasındaki gerilim gösterilere dönüşür. Esad rejimi tarafından yapılan tanklı-toplu sert müdahalede yaklaşık 52 kişi öldürülür. Suriye rejimi zayıfladıkça Kürtlere baskı uygulamış ve coğrafyanın demografik dönüşümüne hız vermiştir.
Baskı rejimi 2011 yılında Arap Baharı dalgasından kaçamamış ve günümüze kadar gelen olaylar dizisini tetiklemiştir. Bu süreçte Kürtler, Suriye’nin diğer muhalif yapılarından cihadi eğilimlerinin güçlenmesi nedeniyle ayrılmıştır. AKP hükümetinin kabaran iştahı, Türkiye’yi Ortadoğu’da post-emperyalist devlet egosuna kavuşturmuştur. Bunun ülke içi siyasete etkisi ise otoriter eğilimin güçlenmesi olmuştur. AKP, rol model olacağı bir uydu devlet yaratma heveslerini Suriye’de gerçekleştirmeye çalışır. İlk perde hüsranla sonuçlanmasına rağmen geldiğimiz aşamada muzaffer komutan edasına tekrar kavuşmuştur.
Tüm dünyanın iliklerine işleyen IŞİD korkusu bu iklimde kök salar. Kürtler IŞİD’in geriletilmesinde önemli rol oynar. Tutulan alanlar, Arap nüfusunun da içinde yer aldığı Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk bölgesi adıyla yapılandırılır. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ)’ a dönüşecek olan sağa-sola dağılmış irili ufaklı cihadi yapılar ise “yerli ve milli islamcı” karaktere bürünerek dönüşüm geçirir. Cihadi söylem önemli oranda terk edilir. Şeriatçı söylem ise ılımlı hale getirilerek devam eder. HTŞ’nin İdlip’ten Şam’a uzanan yürüyüş rotası ile yeni bir Suriye tablosu ortaya çıkar ve günümüze gelinir.
Türkiye, Suriye Milli Ordusu adını alan güçlerin hamisi olarak sahadaki yerini alır. AKP iktidarı bununla yetinmez ve HTŞ lideri ile MİT başkanı İbrahim Kalın’ın aynı karede poz vermesi sağlanır. Dosta düşmana ilan edilen şey ise Suriye masasında geniş yer kaplandığı olur.
Güncel meselelerin tekrar üzerinden geçmeyeceğim. Geçen hafta boyunca çokça değerlendirme yapıldı. Belirli bir doyuma ulaştı. Tarihsel kök nedenleriyle beraber jeopolitik bir mesele halindeki Kürtlerin sorunları Türkiye’nin Suriye politikasındaki pozisyonlanmasıyla yol alacak gibi duruyor.
Peki günlük yaşamamızı etkileyecek asıl soruyu soralım!
Bundan sonra Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü için ne yapılacak?
Soru doğru olmayabilir. Zira böyle bir mesele yok diye başlayan cümlelere karşı umut besleniyor. Yine de Bahçeli’nin çağrısı ile henüz harekete geçmeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin ne yapacağı merakla ve tedirginlikle bekleniyor. Belki de bir şey yapılmayacak. Ancak 2014 yılında çözüm süreci hattı sathında ilerlerken Erdoğan, Kobani üzerine “düştü düşüyor” söylemleriyle Kürtler arasında önemli bir duygu kırılması yaratmıştı. Kürtlerin eşit vatandaşlık özlemi ve demokratik talepleri çözüm sürecine zarar verecek şekilde yara almıştı. Sonrasında olan gelişmelerle fay hattı kırıldı ve ortaya çıkan depremin etkileri günümüzün siyasi atmosferini oluşturdu.
Egemenlik meselesinde kişisel egoların devlet egosuyla rafine edildiği bir dönem yaşıyoruz. Dünya benzer dertlerden mustarip ve iyi bir yere gitmiyor. Ülkemiz için Suriye politikasında yaratılacak yeni duygu kırılmaları cumhuriyetle beraber belirginleşen toplumsal fay hatlarını tekrar etkileyebilir. İç politikada gerilim artabilir. Bu kadar çağrıya karşın bir şey yapmadan geçen zaman hayra alamet görünmüyor. Suriye için yapılan açıklamalarla birleştirildiğinde geleneksel politikaların devam edeceğini düşünmek tutarsız olmayacaktır.