Melih Cevdet’in ‘Gizli Emir’ini yeniden okurken…
Dila Keleş 12 Eylül 2024

Melih Cevdet’in ‘Gizli Emir’ini yeniden okurken…

Askeri darbeler ve darbe dönemlerinde hüküm süren olağanüstü hâl koşulları, tarih algımızı ve ‘milli’ şuurumuzu şekillendirdiği gibi -bununla bağlantılı ve kaçınılmaz olarak- edebiyatımızda da geniş bir tanıklık, hatırlama ve hesaplaşma sahası açtı.

Başarısız olanları, başarısı ölçülemeyenleri, bir yandan beklenirken öbür yandan gelenleri, çağın olanaklarına uygun versiyonları derken, parlamenter demokrasiyi kesintiye uğratan belirli günler (ve haftalar değil; aylar hatta yıllar) ile ifade edilen epeyce bir tarih çıpası belleğimizde yer etti.

Bu çıpanın ucunda, ağırlığıyla yerleştiği zeminde (‘denizaltında’, bilinçdışında) hiçbir kuşağın bilmek istemeyeceği şeyler var: Korku, baskı, şiddet, işkence, ölümler, kayıplar, yasaklar ve travmalar…

Tüm bu yaşananları bazı boyutlarıyla dile getiren, dile getirerek yüzleştirebilen -ve belki bir tür sağaltma denemesi olan- ‘darbe romanları,’ öykülenenler nedeniyle okumanın haz değil ızdırap verdiği, yer yer kitabı elden bırakma isteği uyandıran romanlar. İsimlerinden başlayarak…

*

‘Garip’ üçlüsünden Melih Cevdet Anday, kendi adıyla yayımlanan ikinci romanı Gizli Emir’de pek çok darbe romanından farklılaşan bir yaklaşımla, bir tanıklıktan ziyade, tıpkı sıkıyönetim koşulları gibi çıkışsız hissettiren, kasvetli bir gerilim öyküsü kuruyor.

Ve bunu da, bizzat tecrübe ettiği döneme mesafelenerek, iyi tanıdığı aydın/entelektüel tipini eleştirerek, bu tipin politik baskı karşısındaki eylemsizliğiyle, beceriksizliğiyle ve kabullenişiyle alay ederek yapıyor.

*

Mevcut bilgiye göre 1969 yılı ile 1970 yılı arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen roman daha sonra, 1970 yılının nisan ayında Bilgi Yayınevi tarafından yayımlandı.

Bu haliyle bir ‘ön’ darbe romanı olarak değerlendirilebilecek Gizli Emir, sıkıyönetim altındaki bir kentte, sokakların paramiliter gruplarca terörize edildiği; evlerin, sanat atölyelerinin, üniversitelerin, tiyatroların basıldığı; politik gruplarla bağlantılı olsun veya olmasın herkesin gözetim altında olduğu, saldırıya uğradığı ve sebepsiz sorgulanabildiği hatta öldürülebildiği bir zamanda geçiyor.

Niteliği ve statüsü anlaşılmayan bir olağanüstü hâl teşkilatının kolluk kuvveti gibi işleyen ancak ‘düzeni sağlamaktan’ ziyade kaosu yerleşik kılan silahlı birlikleriyle, memurlarıyla, müfettişleriyle gündelik yaşamı her veçhesiyle kontrol altında tuttuğu bir ortamda; her an gelebileceği söylenen gizli bir emri bekleyen ve kurtuluş umudunu bu emre bağlayan insanların hayatlarını devam ettirme çabasını anlatıyor.

*

Romanın hemen başında, bir kahvehanede geçen konuşmalar, Melih Cevdet’in 12 Mart Muhtırası (1971) öncesindeki durumu; kentin üzerini örten karanlığa karşı duramayan sıradan insanların sonsuz, anlamsız bekleyişi olarak gördüğünü işaret eder. Zamanla bu bekleyiş olağanüstü sayılanı olağanlaştıracak, gizli emri bir ‘boş gösterene’ dönüştürecektir. Kısaca alıntılanırsa:

 “– Bakalım bugün gelecek mi emir? – Anlamadım. – Bağırtma beni arkadaş, bakalım bugün gelecek mi, diyorum. – Ne gelecek? – Emir.. emir. Gizli olduğu için yavaş konuşuyorum. – Gelecek miymiş bari bugün? – Bekliyoruz. – Hep bekliyoruz.”

*

Herkesin bildiği ‘gizli’ emir…

Bir türlü gelmeyen, gelmeyişiyle herkesi her an tetikte tutan; en absürt, en çelişkili, en uç talimatları (“Doğum tarihi tek sayılı olanlar, tek sayılı günlerde, doğum tarihleri çift sayılı olanlar, çift sayılı günlerde sokağa çıkabilecektir” denilen sokağa çıkma yasakları, kitap okuma yasakları, evde kedi besleme yasakları, meyhanede garsonun dik yürümesi yasakları) itaat edilir kılan bir gizli ‘emir’.

Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı (A.Y.O.T.) denilen yapıya, akla gelir hiçbir amaca (normalleşmeye, güvenliğe, huzura vs.) hizmet etmediği halde, hayatta kalabilmenin teminatı olarak başlı başına kilit bir rol biçilen bir olağanüstü hâl manzarası.

Melih Cevdet’in kara mizahla, karakterlerine buldurduğu kurtuluş reçetesi ise bu hâle alışmak, “olağanüstü durumu olağan görmek”: “Bir dayanıklılık ve istem savaşı idi bu, sinirlerine egemen olanlar kazanacaktı sonunda.”

*

Gizli Emir’in, kentsel mekanı ve duygulanım (affect) alanını baskı altına alan olağanüstü hâl rejimi anlatımında, Bilge Karasu’nun Gece (1985) romanında da izleri bulunabilecek avangart bir kent tasavvuru oluşturduğunu görmek mümkün.

Bunun için sokaklara, caddelere, apartmanlara ve apartman katlarının birbirine göre konumlanışına; fiziksel çevrenin nasıl bozulduğuna bakmak gerek.

Gizli Emir’de sanatçılar, hikayenin geçtiği ana mekanlardan biri olan atölyelerinin devamlı uğradığı baskınları dizginlemek için önlemler almaya çalışır: Bulundukları kata çıkan merdivenlere duvar ördürür, bu duvarda bir kişinin geçebileceği kadar yer bırakır, acil bir durumda kullanmak üzere binanın cephesinden çıkmaz sokağa inen merdivenler yaptırır.

Çatışan grupların saldırılarından, devamlı gözetimden, bir sorgu-gözaltı-kontrol makinesi olan teşkilattan sakınmaya çalışan kent sakinleri de benzer ama daha radikal yöntemlere başvurur: Ördükleri taşlarla oturdukları katların zemine göre yüksekliğini değiştirir, sokakta yoluna devam etmek için binaların katları arasında inip çıkmayı gerektiren yapı müdahalelerinde bulunurlar.

Böylelikle kent, kesintisiz yürünemeyecek bir labirent, alt ve üst katlardaki dairelerin, yan yana duran apartmanların birbiriyle iletişiminin koptuğu, bu ‘özel haritayı’ okumayı bilmeyen kimsenin yolunu bulamayacağı bir sığınağa dönüşür.

Tamamen farklı bir yazı estetiğine sahip Gece’deki kent örüntüsü, bu kez bir güvenlik önlemi olarak değil, gündelik yaşamı zapturapt altına almak, insanlar arasında fiili teması kesmek için yapılan bir müdahale şeklinde karşımıza çıkar. Her iki romanda da olağanüstü hâl, psikolojik olduğu ölçüde mekânsal bir kapatmayla imlenir:

 “Sokaklar kazılıyordu, altı üstüne getiriliyor, borular değiştiriliyor, sökülüyor, takılıyordu. Ama bu görülenin yanı sıra (…) farkına varılan bir şey daha vardı; sokağın bir ucu yerinde duruyordu ama öteki ucu, açıldığı (yani, eskiden açıldığı) sokağın en az iki metre ya altında ya da üstünde kalmış oluyordu. Yani, sokağa ancak bir ucundan giriliyor, çıkılacağında, dönüp aynı yerden çıkılıyordu. Büyükçe caddeler havada kalmış gibiydi. (…) İnsanlar yavaş yavaş vazgeçeceklerdi elbet, gerekmedikçe evlerinden çıkmaktan.”

*

Belki de mesele, bir alışma meselesidir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.