Ne iki taraftan birinin diğerine lütfettiği, ne de bir tarafın diğerine diz çökerttiği süreç değilse barış; ya da bir başka ifade ile, iki tarafın mecbur kalıp el sıkıştığı bir süreç ise barış, o halde masanın her iki tarafını eşitleyen bu mecburiyete uygun bir dil ve üslup kullanılması zorunludur. Yani bir tarafın yüksek, öbür tarafın alçak bir mevkide oturmadığı, ancak her iki tarafın göz hizasını eşitleyen yükseklikte oturduğu bir süreçtir barış. Bunun böyle olması, masanın hem ömrünü hem de bereketini artıran hayati bir prensiptir.
Bir başka prensip, masada her ne konuşuluyorsa onun tutanağa bağlanıp imzalanarak, tarafların nisyan ile malul hafızasından kurtarılması ve kurumsal hafızalara emanet edilmesidir. Malum, yazı icat edildi, namertlik bozuldu; zira “Ben onu dememiştim”, “Sen yanlış hatırlıyorsun”, “Sen şu sözleri vermiştin” gibi tek yanlı iddialara sığınıp muhatabını suçlayabilecek bahanelerden ve müzakerenin akamete uğramasından kurtulmanın başka yolu yoktur.
Diğer bir prensip de masada konuşulanların ve yazılanların farklı yorumlanmasını önlemek ve olası ihtilaf halinde iki tarafın da yorumuna ve hakemliğine güvendiği bir üçüncü gözün sürece müzahir olmasını sağlamaktır.
Müzakere prensiplerinin en önemlisi ise iyi niyettir. Verilen sözler, omuz hizasından göz göze bakarak yazılı taahhütlere bile bağlansa, niyet iyi değilse o sözlerin çiğnenmesi ve maraza çıkarılması işten bile değildir. Mamafih, niyet kısmı subjektiftir ve ölçülebilir, denetlenebilir değildir; ancak müzakerenin ahlakı buradadır.
Biraz tarihten ve biraz da günümüzden örnekleyecek olursak:
Lozan görüşmeleri sırasında İngiliz ve Fransız heyeti Kürtlerin durumunu masaya getirince, müzakere heyeti başkanı İsmet Paşa, Kürtlerin azınlık olmadığını, sadece gayrimüslimlerin azınlık olduğunu, Ankara Hükûmeti’nin Kürtlerin ve Türklerin ortak hükûmeti olduğunu ve Lozan’da Türkleri ve Kürtleri temsil ettiğini söylemiştir. Daha sonra bu görüşünü teyit maksadıyla, Mustafa Kemal’in talimatıyla Kürt milletvekilleri Meclis oturumlarına yerel kıyafetleriyle katılıp hem kürsüden Türklerden ayrılmak istemedikleri, kaderlerinin bir olduğu, azınlık hakları gibi taleplerinin olmadığı, bu yaklaşımlarının Lozan Heyeti’ne iletilmesi gerektiği şeklinde konuşmalar yapıyor, hem de Lozan Heyeti’ne bu minvalde telgraflar çekerek heyetin masada elini güçlendiriyorlardı.
Daha sonra Lozan Heyeti’nin elini güçlendiren konuşmaları Meclis kürsüsünden yapıp Lozan’a telgraf çekenlerden Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, İzmir Suikastı davasında idamdan paçayı zor kurtaracak ve ömrünün geri kalanında siyasetten çekilerek sessizliğe bürünecekti. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, Şeyh Said İsyanı sırasında Bitlis Divanı Harbi’nde, Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey ise isyan sırasında Dersim aşiretlerine mektuplar yazarak isyana katılmamalarını tavsiye etmesine rağmen, isyan sonrası İstiklal Mahkemesi’nde bölücülükten yargılanıp idama mahkûm olacaklardı.
Hüseyin Avni Bey, Yusuf Ziya Bey ve Hasan Hayri Bey, şüphesiz ki yeni devletin kurucu heyetine güvendikleri ve aksi bir durumun gerçekleşmesini hayal bile etmedikleri için Türk devletinin kurucu anlaşmasına bu büyük katkıları yaptılar. Ancak Mustafa Kemal’in talebini yazılı talimat olarak isteyip istemediklerini ya da böylesi bir yazılı talimatın olup olmadığını bilmiyoruz. Ayrıca, ne mahkeme safahatında ne de idam sehpasında, muhataplarına yazılı belge olmaksızın güvenmeyle ilgili nasıl bir nefis muhasebesi yaptıklarını biliyoruz.
Bir başka örnek de Lozan Anlaşması metniyle ilgilidir. Anlaşma’nın 39’uncu maddesi şöyle:
“Din farkı gözetmeksizin Türkiye’de ikamet eden herkes yasa karşısında eşit olacaktır. Hiçbir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türden yayınlarda ya da umumi toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin yanı sıra Türkçeden başka bir dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.”
Yeni devlet, Şeyh Said Ayaklanması sonrası, 24 Eylül 1925’te yürürlüğe koyduğu “Gayet Mahremdir” ibareli Şark Islahat Planı Kararnamesi ile kurucu anlaşmasında uluslararası düzeyde kendini bağladığı taahhütlerden açıkça geri çekilecekti:
Madde 13: “Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan bervech-i âtî Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Behinsi (Besni), Arga (Akçadağ), Hekimhan, Birecik, Çermik, vilayet ve kaza merkezlerinde hükûmet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilâtta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evâmir-i hükûmete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler.”
Madde 16: “Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemahal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.”
Dönemin Kürt ileri gelenleri, uluslararası bir anlaşmayla yazılı hale getirilerek dokunulmayacağı taahhüt altına alınan anadillerinin Şark Islahat Planı’yla yasaklanmasına şahitlik ettiklerinde, bir taahhüdün sadece yazılı olmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda muhataplarının iyi niyetli olması gerektiğini ve güvenilir bir üçüncü gözün müzaharetine ihtiyaç duyulduğunu fark edip etmediklerini bilmiyoruz.
Güncele gelecek olursak; bugünün sorumluluğu, 22 Ekim’de Bahçeli tarafından başlatılan “Umut hakkı ve Öcalan Meclis’e” sürecinde şahit olduklarımız ile sızıntı halinde kamuoyuna fısıldanan bilgiler arasındaki büyük açı farkını doğru analiz etmek ve tarihin öğrettikleri ışığında doğru yöntemi önermektir.
Eğer kamuoyuna fısıldanan bilgiler doğruysa, yani yerel seçimlerin öncesinden beri Öcalan ile görüşmelerin yapıldığı, silahsızlanma karşılığında umut hakkının devreye konulacağı, vatandaşlık tanımının Kürtleri rahatsız etmeyecek bir şekle getirileceği ve anadil üzerindeki kısıtlamaların kaldırılacağına dair anayasa değişikliği yapılacağı doğruysa, o halde bunca kayyım uygulamasının gereği nedir?
Önce, seçimin hemen akabinde Van’da denenen ama büyük infiale sebep olduğu için vazgeçilen, sonra Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık’ta başvurulan ve büyük tepkilerle karşılanan kayyım uygulamasına ne gerek var? Eğer barışı lütuf olarak görüyorlarsa ya da boyun eğdirip öyle bazı şeyler vermek olarak algılıyorlarsa, bu yaptıklarının iyi niyetle bağdaşmadığını bilmeleri gerekir.
Kürtlere gelince, yakın tarihten aldıkları ibret verici derslerden öğrendikleri üzere, bundan böyle sadece muhataplarının iyi niyetine güvenerek, yazılı taahhüde bağlanmamış sözlere ya da güvenilir bir gözetimin olmadığı süreçlere inanacak gibi durmuyorlar.
Gerisini uzatıp sündürüp süründürüp yerli ve milli olanaklarla çözemedikleri bir sorunu uluslararasılaştırmayı başaran devlet yöneticileri düşünsün.