Yazmalı mıyım, yazmamalı mıyım? Günlerdir aklımda dönüp duruyor bu soru. Koskoca ülkenin günlerdir tanıklık ettiği bu pornografik anlatıya eklenmemek için içimde inanılmaz güçlü bir istek var.
TV’leri açıyorum, çığlık atanlar, ağız şapırdatan magazinel anlatılar… Sosyal medyaya bakıyorum, aynı pornografinin klavyeden dökülüşüne eşlik eden ırkçı sayıklamalar. Tuhaf bir toplumsal orgazm hali!
Üstelik hepsi kendine kör değme sosyolog.
Durum bu iken yazıp yazmamak konusundaki ikilemde yazmamak, yaşanan olayın bendeki acılı yansımasını, Ezgi Koman’ın deyimi ile bu “sirkin” parçası kılmamak arzusu güçlü.
Çocuğa yazıklanan, kendisi dışındaki dünyayı bu çıplak “erkeklik” ailesinin sapıklıklarından azade sayan, sanan, yaşadığı dünyanın erkeklik merkezli aile-kadın-çocuk sarmalını aştığını sanan, kurulu düzenin cinsiyetçi bağlamının ülkenin en modern görünümlüsü karşısında bile feodal değerlerden beslendiğini unutan koca koca yığınları görmek şaşırtmasa da düşündürüyor.
Yazmalı mıyım? Evet evet, Narin’den bahsediyorum… Bir yanım yazmaya zorunlu kılıyor, diğer yanım yukarıdaki ilenmelerden uzak durmayı öğütlüyor.
Tüm bu bocalamalar içinde Tekirdağ’da 2 yaşındaki bebeğe yaşatılanlar düşüyor önüme. “Üvey baba ve komşuların tecavüzü sonucu yoğun bakımda Sıla bebek…” diye yazıyor kimi haber ağları. Bu hikayede de anne yardım yataklıktan mesul kılınmış. Anne olayı fark ettiğinde “kimse duymasın” diye örtbas etmiş!
“Kimse duymasın diye”!
İşte kadın, çocuk şiddetinde, tacizinde, katlinde en çok duyduğumuz sözlerden biri bu; “Kimse duymasın diye!..”
Kim bu “kimseler”? Kim oluyorlar ki, yaşamdan büyük olabiliyorlar? Kim sahi bu “kimseler”?
Narin’de de aynı döngü mü var? Bilmiyoruz. Narin de duymaması gereken o “kimseler”den daha küçük ve değersiz bir hayat mıydı? Bilmiyoruz.
Aslında biz 21 Ağustos’tan bu yana tüm pornografisi ile önümüze konan, günü gününe canlı yayınlanan bu film hakkında somut olarak gerçekten hiçbir şey bilmiyoruz!
Mesela, aradan geçen 24 güne rağmen Narin’in niçin öldürüldüğünü biliyor muyuz? Hayır! Peki Narin’in nasıl öldürüldüğünü biliyor muyuz? Hayır! Kimlerin öldürdüğünü biliyor muyuz? Hayır? Elimizde birkaç şüpheli ve aile içi bir tür “görmemesi gerekeni görme” efsanesi, diğer bir deyişle “kimseler duymasın” kuralına halel gelme olasılığı ve bu olasılık ya da efsanenin satın aldığı bir can hikayesi olduğu söyleniyor. Öyle mi?
Bu “kimseler duymasın” ahlakının ülkenin ekseriyetini saran buz gibi bir feodal, malik erkeklikten miras, yüzleşilmemiş ikiyüzlülük olduğunu hiç düşündünüz mü? Tekirdağ’da 2 yaşındaki Sıla bebeği, Elazığ’da ki 5 yaşındaki çocuğu ve Diyarbakır’da Narin’i öldüren ortak noktayı göremeyecek kadar kör mü herkes?
Doğusu ve batısı ile kuzeyi ve güneyi ile çepe çevre çevrilmiş iki yüzlü bir cinsiyetçi kuşatmaya hayalleri ve hayatları kurban verebildiğimizi hiç sorguladınız mı? Bu kurbanların en çokta kız çocukları ve kadınlar olduğunu görebiliyor muyuz? Peki kadın erkek ilişkilerine, aile bağlarına veya aile ahlakına sızan egemen tanımlamaların ülkenin dört tarafında yaşatılan feodalizmin kendisi olduğunu sorgulamak hiç aklınıza gelmedi mi? Narin için yapılan paylaşım ve yorumlar gelmemiş olduğunu gösteriyor.
Yine dönersek Narin meselesine; 24 gündür boca edilen onca sözü, onca anlatıyı, onca iddiayı nereye koymak gerekecek? Herkesin durduğu yere göre hikaye yazdığı bu örnekte yapılmak istenen? Zira memleket adeta senaryo yazma kapasitesini test eder gibiydi.
Aslında bir bilgiyi öğrenememenin, bir hakikati görememenin en bildik yollarından biri denendi. Hakikat; bir sürü spekülatif, magazinel söylemin içinde önce bulanıklaştı sonra yutuldu gibi. Bu duruma maruz bırakılan vakalarda hakikat sadece sunulan olarak işaretlenir hayatlarımıza. Narin olayında da hakikat, sunulanlardan ibaret olarak işaretlenirse hayatlarımıza şaşmayalım.
Basında rastladığım bir haber göre TÜİK 2008-2016 yılları arasında 104 bin 531 çocuğun kaybolduğu verisini paylaşmış, 8 yıldır ise veri paylaşmıyor. Neden? Var mı TÜİK’in bu konuda bir izahı? Yoksa “görmesen yoktur” anlayışına uygun olarak kayıp çocuklarımızdan yarına uzanan bir kayıp geleceği sezmeyelim mi, görmeyelim mi isteniyor?
Gelelim Narin’in katledilmesindeki kimi hususlara. Madem bize nasıl, niçin ve kimler tarafından Narin’in katledildiğini mahkemeler söyleyecek orada işler neden bunca acemice yürüdü? Hayatlarımıza işaretlenecek “hakikati” henüz yazamadıkları için mi? O hakikati yaşamın “gerçeklerine” veya akışına uyarlamak için mi? Niçin?
Böyle değilse mesela hukukçular şunları yanıtlayabilir mi; Olayda ne denli etkin soruşturma yürütüldü? Ne denli etkin soruşturma usulüne uyuldu?
Narin’in kaybolduğu, ilk günden bildirildiği halde niçin aile bireyleri başta olmak üzere tüm yakınlar doğal şüpheli sayılmadı? Doğal şüpheli sayılmadıklarını nereden mi biliyorum; çünkü bugün cinayeti işlemekle suçlanan amca Salim Güran gözaltına alındığı güne kadar, bir hafta boyunca arama kurtarma ekipleri ile çalışmalara katıldı ve bu ekipleri yönlendirmesine izin verildi! Çünkü aile fertlerinin aynı arama ve yönlendirme sürecinin parçası olmasına müsaade edildi. Sahi doğal şüpheli olması gereken amca ve aile fertleri bu bir hafta boyunca neden arama faaliyetlerinde yer aldı? Bu bir haftanın delil karartmakla ilgili kritik bir zamanı kapsadığını göremeyecek kadar acemi bir ekiple mi çalışıldı? Nedir yani?
Bu arada pek çok kişinin sorduğu bir soru var ben de sorayım; olayla ilgili kişilerin mesaj silmede kullandığı uygulamaları, kadavra köpeklerinin koku alma sürelerinin hesaplanmasını, her şeyden önemlisi delilleri yok edecek biçimde cesedin hızlı çürümesini sağlayacak olan suya gömme taktiğini bunlar nereden biliyorlardı? Bu konuda akıl aldıkları bir yer veya uzman mı var?
Ayrıca bizim coğrafyamızda bunların bilinmesi ile paramiliter/militer (JİTEM, Hizbullah vb.) cinayet deneyimleri arasında ilişki kurulmasına veya sorgulanmasına, bu konudaki kuşkuculuğun canlı olmasına neden olan bir geçmiş olduğu unutulmamalı.
Bu arada sıkı gözetleme tedbirlerine haiz köyde ilk günden kamera kayıtları ne denli titizlikle takip edildi? Devlet mekanizmaları ve iktidarla yakın ilişkileri olduğu anlaşılan bir ailenin çoğunluk oluşturduğu bu köy neden özel güvenlik tedbirlerine haiz? İzahı olan var mı?
Yine etkin soruşturma usullerinin ihlal edildiğini, bunun bir tercih olduğunu gösteren diğer gelişme; yayın yasağına rağmen gözaltına alınanların ifadelerinin, soru cevap halleri ile ham biçimde iktidar medyasına yakın yayın ve kişilerce yayınlanması oldu.
Sahi bu nasıl oldu? Diyarbakır Barosu adliye koridorlarında beklerken soruşturma bilgilerini ve ayrıntı tutanaklarını herkes ‘A haber’de okumak/dinlemek durumunda neden bırakıldı? Bunun delil karartmayı da içerecek biçimde etkin soruşturma usullerinin güçlü ihlali olduğunu savcılık bilmiyor mu? Sahi bu niye yapıldı? O sızan ifadelerde geçen sorulardan savcılığın ne bildiği ve hangi konuda yoğunlaştığı açıkça belli iken, şüpheliler veya henüz şüpheli olmayıp olayla ilgili olanların buna göre ifade ve konum alacağı belli iken, bu niçin yapıldı? Sorgu tutanakları niçin savcılık ve jandarma dışında Bakanlığa da, hükümete de yollandı? Sızma Bakanlık ya da hükümet üyeleri tarafından mı gerçekleştirildi? Hukuk ya da iktidar mekanizması etkin soruşturmayı önlemek mi istedi? Öyle ise neden?
Köyün çoğunluğunun ve ailenin büyük kısmının AKP’li ve HÜDA-PAR’lı olduğunu seçim sonuçlarından, Galip Ensarioğlu’nun itiraflarından, çevre köylülerden biliyoruz. Olayın bunca bulandırılmasının, arama ve sorgulama faaliyetlerinin delil karartıcı nitelikte olmasının ailenin devlet ve iktidarla kurduğu ilişkiden kaynaklanmadığına kim bizi ikna edebilecek?
Sahi geçen 24 günde temizlenen sadece cinayete ilişkin deliller mi? Şimdi onca yazılmış çizilmiş senaryo içinde bize kalan yanıt bekleyen onca soru!
Hele bunca bulanıklığın ortasında aile adına yayınlanan bir bildiri var ki o da başka muamma. Kızlarının, tüm ülkenin gündeminde olan korkunç ölümüne üzüntü beyanı yerine HÜDA-PAR açıklamaları ile paralel; köye jeo stratejik önem atfeden (neyin stratejik önemine haiz olduğu açıklamada yok), Narine sahip çıkma çabalarını, köy ve ailenin politik, inançsal duruşuna saldırı olarak imleyen o garip parti bildirisi gibi, hatta sosyal medyadaki deyimle söylersek “özel savaş metni” gibi olan metni sahi kim yazdı? Kimilerinin dediği gibi örgütlü ve hiyerarşik bir güç mü işin içinde?
O metni kaleme alanlarla cinayeti işleyenler arasında ya da cinayetin amacı arasında bir ilişki mi var? Bu köyü stratejik kılan da ne?
Bunca gariplik içinde magazinel gerekçelere sığdırılmış, cezai ehliyeti sorunlu birilerini fail olarak çıkarırlarsa karşımıza; hakikat, sunulanlardan ibaret olarak işaretlenirse hayatlarımıza hiç şaşırmayalım.