Orlando, Virginia Woolf’un en güzel çocuklarından biriydi. Birlikte büyüdük. Niye bu kadar güzel diye sorduğumda Virginia (kendisine teyze ya da hala dememizi sevmezdi) biraz utandı, biraz sıkıldı, “fantezi” dedi. “Hatta” dedi, Deniz Feneri‘nden sonra Orlando, bir tatil yeriydi. Hakkı vardı, Deniz Feneri’nde çok yorulmuştu, yorgunluğunu atmak için Orlando ile “baştan aşağı bir şaka” halinde tatile çıkmıştı. Şaka nedir? Şaka, kolay anlaşılmaktır. Bu yüzden millet olarak çok şakalaşırız. Biz millet olarak demem, dünyadır; kimse, sakın Sovyetleri anlamasın, adamlar bir dönemi şaka diye geçirdiler. Ah bir de Şaka diye bir romanımız vardır, yazarı pek yakın arkadaşım Milan Kundera’dır: Romanın kahramanı yıllar sonra memleketine gelir ve bir kadın saçlarını kesmiştir, 1950’li yıllardır. Stalin şakadır. Hemen herkesin aklına şu geldi değil mi? İyimserlik insanlığın afyonudur ve sağlıklı bir ruh aptallık kokar. Neyse, Virginia da şaka yapmak istedi, gerçek oldu.
Benim babamla Virginia iyi arkadaşlardı, hatta babam, “beşik kertmesi yapalım” dedi. Ama bu ikisi arasında kalmıştı, bir sırdı, aşk birlikte büyümekti. İkisi de yirminci yüzyılın erdemlerini taşıyor ya, böyle dediler, böyle oldu. Ben hala, on ikinci yüzyılı seviyorum, sahici aşk o zaman birini sevmektir. Birini sevmeyeceksin, birlikte büyüyeceksin. İşte bu ikisi, ben ve Orlando için “birlikte büyüme” kararı almıştı. İkisine “zaman onları büyütsün” diyen Eliot amca eklenince yapılacak bir şey kalmadı. Büyüdük, oyunlar oynadık. O zamanlar Aliye Rona yoktu, iki de bir ağa bize musallat olmuyordu. Neriman Köksal gibiydik, zengin, konak sahiplerinin birinci dereceden akrabaları gibi mutluyduk. Halfeti’de Müslümanlar için camii yapan büyük amcam Adır Usta kadar da huzurluyduk.
O güne kadar…
O gün, o meşum gün, babam Orlondo’nun arada bir beni dövdüğünü görünce görüşmemizi engellemek istedi. Nedeni şu idi: Orlando uyurdu, uyandığında kadına dönüşürdü. Onun bu saatlerini yakalamak mümkün değildi, kadınken çok güzeldi, erkek olduğu zaman yakışıklıydı. Orlando’nun en büyük özelliği bu dış görünüşü değildi; oyun yazarı ve aynı zamanda şairdi de.
Normalde, benim ona şiir yazmam gerekirdi ama o şiirler yazdı; benim ona oyunlar yapmam gerekirken o bana oyunlar yaptı. Bir keresinde şunu dedi: Çiçek açar ve solar. Güneş doğar ve batar. Âşık sever ve gider. Ve şairlerin şiirle söylediklerini gençler hayata geçirir. Kızlar birer güldür ve mevsimleri çiçeklerinki kadardır. Gece bastırmadan delirmeleri gerekir, çünkü gün kısadır ve gün her şeydir.
O şiir yazdıkça babam beni uyardı, “vazgeç” dedi, o şiir yazdıkça ben ona bağlandım ve peşine düştüm, ne desem haksızdım, beni dinlemedi ve ben, sanki beni dinlemeyenlerin peşine düşmek için dünyaya gelmiştim. Bir keresinde “gel” dedim, Samsat’a gidelim, orda ev yaparız, evin altında bir ahırımız olur, ahırın her bir kapısına bir asma dikeriz, üzümlerin dalları çardakta birleşir, yazın tahtta yatarız, tas kullanmayız, Fırat’tan tahta kaşıkla su alırız. Dinlemedi, hayallerim fantezi oldu ama peşini bırakmadım. Ne desem, canı sıkılıyor, ne desem haksızım. Mesafe de gittikçe açılıyordu? Mesafe tahammül etmektir.
Bir gün, bir ikindi vakti, tam da umudu kesmişken bir mektup aldım, mektubu taşın altına koymuş: Orlando şair ve yazarları canı sıkıldığı için şatosuna davet ediyor, onlara bir yemek verecek, beni davet ediyor? Davet iyi de, ben şiir sevmem ki, bilmem ki. Dahası yemeğe davetliler arasında Nicholas Greene var, sivri dilli bir eleştirmendir. Babasını da sevmezdim, onu da sevmem. Ben de Orlando’ya yakın olayım diye bir şiir yazdım, kafiyelere dikkat ettim, biraz da Metin Eloğlu’ndan çaldım, derdim şuydu, ayağa kalkacak, usulca “bir tencere kaynar, et mi kaynar dert mi kaynar” deyip toplumsal meselelere, gecekondu halkına karşı duyarlı bir şair olduğumu dile getirecektim, eğer bu şiirim tutarsa, “Diyarbakır iki gözüm, kara üzüm” diye cüzdanımda taşıdığım ikinci şiiri okuyacaktım. Bir de şu vardı, elimiz boş gitmeyelim dedim.
Yemek başladı. Nicholas, Kubilay Han’ın görkemli bulut sarayında oturmuş gibi kurulmuş köşeye, daha kimse ağzına lokma almadan, kimse daha dudaklarıne şarap değdirmeden ve hiç kimseye aldırış etmeden, Eliot ve Yeats’i hiçe sayarak, elini masaya vurdu, dedi: “İngiltere’de şiir sanatı ölmüştür.” Şato’nun vitray camlarındaki asilzadeler döküldü. Orlando, ortalığa çeki düzen vermek için çırpındı, ben cam kırıklarıyla uğraştım. Anlamadığım konularda ya konuyu dağıtır ya da bir şeylerle meşgul olurdum, dikkati kendime çekmenin zamanı değildi. Ancak bu da uzun sürmedi, Orlando beni sıkıştırdı, “sen ne diyorsun Sarkisim” deyince, içim ezildi, bir partiye bağlı olsak, onun tüzüğüne göre konuşurduk, ne diyecektim ki, “şiir öldü” diyor adam. İmdadıma Samsatlı Lukianos yetişti, onun bir sözüyle konuya girdim, dedim, “Bir çare bul, ey Hakikat. Sahteliğin sana üstün gelmemesi ve cehalet kıyafeti giymiş kötü adamlar iyiyi taklit ettiğinde bunun gözünden kaçmaması için çare bulmak zorundasın…”
Herkes bu sözlerin bana ait olduğunu sandı, herkes bana yüklendi. Hata benim, kusur benim, suç benim. “Falan filozof böyle” diyor desem bir sorun çıkmayacaktı. Bu kulağıma küpe oldu. Bundan sonra kimle otursam, içimden bir fikir geçse bunu bir büyükle açıkladım. Örneğin bir Müslüman’la mı oturuyorum, dedim hadislerin ışığında, bir Hıristiyan’la mı oturuyorum, dedim resullerin işleri, siyasilerle mi oturuyorum, “Lenin böyle” diyor, dedim, Marx bir yerde şunun altını önemle çizer…
Büyük laflar edeceğime, dediğim şeyleri masadakiler üstüne aldı, ben hakikat, onlar sahtekâr oldu, çatallar bıçaklar tabakları deldi, geçti, ne yapacağımı bilemedim. Ne desem beni kimse dinlemedi, ne yapsam kimse bir anlam veremedi… Dudaklarım paça gibi titredi. Bereket, ev sahibi çocukluk hatıralarımızdan olsa gerek Nicholas’a Herkül ve Ölümü oyununu verdi. Ben, ilk o gece oyun yazdığını öğrendim… Nicholas oyuna şöyle bir baktı, okuyacağım dediği an Orlando atıldı, “sana üç aylık maaş bağlayacağını” dedi. Nicholas, sevindi, sevgi gösterisinde bulunarak, bir sürü yağcılıklar yaparak, izin istedi. O gidince ortalık yatıştı, ama kimse kendini ispat edeceği biri kalmadığından edebiyat rafa kalktı, aşk dedikoduları başladı. Eliot’tan dolayı kimse Russel’den söz etmedi, zati felsefe gereksiz bir şeydi. Ezra Pound da bu konuda bir şey söylemeyince, elbette gereksiz olacaktı… Pound, otoriteydi. Bir cebinde Çin bilginlerini, bir cebinde Yunanlı filozofları taşırdı ve sırasında bunları bozuk para gibi harcardı, sonra bozdu, kendini siyasete verdi; Muhammet İkbal’le Mussolini’nin kapıkulu oldu, yazıktı, acır içim; ah geçim derdi, eğer Pound, İngiltere’den İtalya’ya gitmeseydi, dünya edebiyatı şimdi başka bir yerde olurdu.
Gece bitti. Misafirlerin tümünü faytonlarla evlerine yolladık. Benle Orlando, yalnız kaldık, kendi özel dünyamız içinde huzur içinde birkaç umut kırıntısı muştulayacaktık ki Orlando, başladı beni fırçalamaya, dili ağzında yay gibi gerildi, her bir sözü beni yardıkça, yaraladı ve ben Nicholas’a güvenme dedikçe, o daha bir pek vurdu, giderek sözleri, yumuşak huylu atın çiftesine döndü, bir de demez mi seni artık görmek istemiyorum… Yağmur yağıyor, atsız ve yalınayak şatodan ayrıldım, Homeros gibi gözlerimi kapattım, içimin şimşeklerine kulak verdim, yürüdüm, aşk ardına bakmamaktır… Ottery St Mary’e yaklaştığımı vahşi kedilerin seslerinden anladım, Sarah Firicker’lerin evi dışında, yanık bir lamba yoktu. Köpek gibi havladım. Kapıyı Coleridge açtı…
Kendimi toplamam birkaç ayı buldu. Bir süre sonra duydum. Nicholas şatoya yerleşmiş, bir de kitap yazmış, araya da Herkül ve Ölümü‘nden pasajlar yerleştirmiş. Bir yanda içim yandı, oh olsun dedim, diğer yandan Orlando’nun içi yanıyordur, yanında olayım dedim. Halim kötüydü. İsmet Özel, Sezai Karakoç, Cenk Koray, Seda Sayan, Orhan Gencebay arası bir şeydim. İnce ve narince olan boynumu kırdım Orlando’nun yanına gittim. Orlando sinir krizleri geçiriyordu, bana karşı mahcup oldu ama mahcupluğunu dile getiremiyordu, gururuna yenilmişti. Oysa ki beni dinlese, bunların hiçbiri olmayacaktı.
Son kadehte, Nicholas işi daha da abarttı, bu kitabı yayımladı da. Kitap satıldıkça Orlando küplere bindi, kitapta ona dönük taşlamalar vardı. Kitabı okuduktan sonra, zili çalıp uşağını çağırdı, kitabı maşayla tuttu ve ahıra atmasını söyledi. “Maaşını kes” dedim, beni dinlemedi. Nicholas’ın maaşını kesilmeden ödedi. O böyle yapınca, bende ki aşk daha da büyüdü. Bir de demez mi edebiyat bir güldürüdür.
Nicholas bu kitabın geliriyle karısının onuncu doğumunun masraflarını karşılamıştı; elde ettiği gelir, bir dostluğu ve güveni satmanın karşılığıydı. Orlando’nun Nicholas’tan aldığı intikam ise komikti. Nicholas’ın Sayfiyede Bir Soyluyu Ziyaret kitabını okuduğunun ertesi gecesi, büyük bir ateş yakıp tam elli yedi adet manzum eserini yaktı. Öyle bir tutuştu ki bu kitap, o gece sabaha kadar Marx’ın Hindistan üzerine yazdığı Sömürgecilik makalesini iki paket çekirdekle hatmettik.
Bunu niye yaptığını sorduğumda, “Sarkisim” dedi, “artık yalnızca köpeklere ve doğaya inanıyorum.”
Atını hazırladı, İstanbul’a doğru yola çıktı. Ben de peşinden geldim. Burada kılık değiştirip gezdi, bazen camiye gitti, dua etti, bazen bir dağ başına çıkıp kendi tanrısına yalvardı. Bunu duyan II. Charles ona dük unvanı verdi, dahası kralın metresi Nell Gwynn onun bacaklarından etkilendi, mübarek geyik gibi yürüyordu, sesi gümüş bir çan gibi kulaklarda çınlıyordu. Uyku nedir bilmiyordu.
Bereket ki bir ara, İstanbul’da derin bir uykuya daldı, yedinci gün, yani Türklerin, Sultan’a başkaldırdıkları 10 Mayıs Perşembe gününe kadar uykusu devam etti; hatta asiler elçiliği bastıkları zaman, ölmüş diyerek Orlando’ya kimse karışmadı. Gerçekte Orlando ölmemişti, erkek olarak başladığı uykudan, kadın olarak uyanmıştı. Bundan sonra yapacağı tek şey vardı, Türk kadını kılığına girerek yoluna devam etmek; Orlando giderken kelimesiyle kuşandı: İki silah, bir kaç dizi elmas ve biraz inci. Aşağıda, avluda ise onu her zaman bekleyen bir Çingene vardı. Kâhta’da özel olarak yetiştirilen beyaz bir katırla Britanya Büyükelçiliği’nden ayrıldı, bir kaç gün sonra Bursa’ya vardı. Hayat bir düş ne de olsa, uyanmakla kim ölmemiş ki? Neyse, Orlando, Çingeneler arasında mutlu bir hayat sürdü, hatta esmer olduğundan onun bir zamanlar kaçırılan bir Çingene olduğuna dahi inanlar çıktı. O da uyarılarıma rağmen bundan keyif aldı. Bir süre sonra Çingenelerle arası bozuldu. Onlarla arası bozulunca yine bana kızdı. Nedeni ise basitti. Sonradan görme Kürtler gibi Orlando da dört yüz yıllık bir şecereye sahip olduğunu söyledi, Çingeneler buna kızdı, çünkü kendi soyları da Firavunlara kadar uzanırken böylesi bir böbürlenme, olacak iş miydi?
Uzun zamandır, şiirle arası açık olan Orlando tekrar şiire döndü. Yazdıklarını bana okudu. Bir gün gömleğinin içinde deniz lekesi, kan lekesi, yol lekesi içinde bir tomar kağıt çıkarttı. Meşe Ağacı- The Oak Tree adlı şiirdi bu. Çingeneler arasında yaşarken bir hayli yıpranmıştı metin, ama hala okunmaktaydı. İlk sayfayı 1586 tarihinde yazmıştı ve aşağı yukarı üç yüz yıldır bu şiiri bitirememişti, artık sonunu getirmenin zamanıydı. Değişen bir şey yoktu. Tahtta Kraliçe Elizabeth değil, Viktoria oturmaktaydı, o kadar. Orlando şiiri bitirmeye karar verdi. Bir iki parça da çıkarttı, bunlar güzeldi: Gözyaşı parladığında, genç kız/ Ay ışığında yapayalnız/ O yaşlar ki, yitmişlerle sevilenlere/ Fısıldar/ Öyle değiştirmiştir ki bir zamanlar yanaklarını örten/ Pembe karanfil bulutu, tıpkı akşam vakti/ Gökyüzünde salınanlar gibi, hani gülpembe ışıltı/ Solmuştu sopsolgun ve yer yer/ Al alevden kızartılar, bir mezarda meşaleler.”
Orlando’nun şiirleri zayıftı. Açıkça ben beğenmezdim. Ama kitap yapalım dedim yine de, elde kalmasın. Elde kalan şiir, iki de bir dayak yiyen sonra bakkal soyan genç gibidir, bir an önce baş göz etmek gerekir. Virginia ise ciğerdir diye şiirlerini severdi. Ona göre şiirsel olanlar daha yazıya geçirilmeyenlerdi:“Aşk demiş şair, kadının tüm varlığıdır.”
Orlando bir süre sonra Don Kişot gibi davranmaya başladı. Eserini yakmaktan söz etti. Kafka böyle yapmıştı. Pavese böyle yapmıştı. Ciddiye almadım. Usanmaz aşıktım. Serüvene falan atılmamıştık. İmam nikâhı işine girmemiştik. Onu bu yakma işinden vazgeçirmek için kırları gezdik, kulaklarımızı toprağa verip suyun sesini dinledik. Otların ruhuna nüfus etmek için çabaladık. Ama o gün geldi, çattı. Orlando çevresi eğreti otlarıyla kaplı meşe ağacına doğru gitti. Kaç yüz yıldır bu ağaç buradaydı? Araya üç yüz yıl girmişti ve ağaç daha bir gürleşmişti. Tırtırlı yaprakları, hala dallarda titriyordu. Orlando kendini yere bıraktı, ağacın yamacına, deri ceketinin göğsünden kırmızı bez ciltli küçük kare bir kitabı çıkarttı, yere fırlattı. Kitabı buraya gömecek sandım. Ama gömse, bir süre sonra köpekler kazıyıp çıkartacaklardı. Bir şiir kitabıydı bu, adı Meşe Ağacı, tarih 11 Ekim 1928’di. Orlando, kitabı yaktı. Yanına gittiğimde, gözyaşları içindeydi, “Sarkisim” dedi, istersen evlenelim, istersen Samsat’a gidelim… “Yok” dedim, ben seni bu şiirlerle sevmiştim…