Sinemada karakterler | Tiffany’de Kahvaltı
Şilan Avcı 10 Kasım 2024

Sinemada karakterler | Tiffany’de Kahvaltı

İnsan,

en uzun

kendine layık bulduğuna mı bakar?

Burnunun ucunda öylece duran ama aslında en uzağına düşen isteklerine, henüz elde edemediklerine, bir gün elde edebileceğini düşündüklerine, yaşamda hedef edindiği önceliklerine ve yani aslında vitrinde yansıyan kendisine bakar Holly. Gözlerini alamadan öylece… Bakar… Uzun uzun, hiç sıkılmadan, en harika manzaraya bakar gibi, en güzel filmi izler, aşık olduğu erkeği süzer gibi. Tiffany’nin vitrini önünde, elinde kruvasanı ve kahvesiyle incecik bir kadınla açar düşüncesini film. Holly’nin hikayesidir bu ve elbette Holly ile beraber kapitalizmin. Vitrinin önünde yansıyan kendisine ve arzularına bakar Holly. Uzun uzun, afiyetle… Işıldayan mücevherlerle birlikte kendi yansıması da vitrinde akar. Sahi, acaba insan en uzun kendine layık bulduğuna mı bakar?

“Bir zamanlar ürkek ve çok güzel bir kız varmış. İsimsiz bir kediyle birlikte yaşarmış.” Yazar Paul Warjak, üst katına taşındığı Holly’den etkilenip, yeni kitabına böyle başlar. Bu cümle dışında kitabının devamı hakkında film boyunca bir fikir yürütemesek de Holly’i izleyip, yakından tanırız. İnce yüzlü, hüzünlü bir kadındır Holly. Bütün coşkusu ve hayat enerjisine rağmen, hüznünü derinden hissettiren bir duygu düzenbazıdır bir nevi. Aldırmaz, kural tanımaz, eğlence ve lüks düşkünü tavrını takınıp, ince uzun ağızlıklı sigarasıyla ortalarda dolanır. Aslında Holly göründüğü gibi, yani sadece bu kadar mıdır?

İlk sahnede, taksiden parti kıyafetleri ve güneş gözlükleriyle iner Holly. Şehrin güne yeni uyandığı, Holly’nin ise henüz geceyi bitirdiği vakitlerdir. Evine gidip uyumadan önce, en sevdiği köşesine uğrar. Pahalı mücevherlerin, zenginliğin ve ışıltının dükkanıdır Tiffany. Ne mücevherleri, ne zenginliği, ne de içeriden yansıyan ışıltıyı satın alabilcektir Holly ama vitrinin karşısında durup, arzu ettiğini uzun uzun izlemek de bir tavırdır nihayetinde. Vazgeçmez, arzulu ve ısrarcı bir tavır…

çok uzaktan bakıyorum, çok yaralı bir yerden,

kendimin de kendinden…

Orta yaşlı, çocuklu bir doktorla evlenip, kardeşi ile birlikte onun çiftlik evinde yaşayan Lula Mae, artık Tiffany’nin önünde kahvaltı edip evinde partiler veren ve sınıf atlayarak mutluluğu yakalamayı planlayan çılgın kız Holly’dir. Teksas’tan New York’a uzanan hikayesinde, bambaşka iki hayatın iki ayrı kadını olsa da kendinden kaçamaz kuşkusuz. İsmini değiştirmesi, hayat için bir şey ifade etmez. Kendi içinde savrulur hatta en çok. Hapisteki bir gangsteri para karşılığı her hafta ziyaret eden Holly, ondan aldığı hava durumunu dışarıdakilere taşıdığını sanırken, yasa dışı bir işe bulaştığını bilmez. Bir yanı çocuk saflığında olan bu kadın, aslında pek çok duygunun da temsilidir. Saflığı ve hayalciliği ile dokunulamayan bir kendi kendineliği başarırken, maddi arzulara beslediği bağlılıkla ise bir zamane “çılgını” olmaktan kaçamaz. Aslında hangisidir Holly? Tek kimlikle anlatılan hiçbir karaktere benzemez. Karmaşık bir kadındır Lula Mae/Holly… Bütün isimleri, isimsizliği ve uyumsuzluğuyla hayatın içinde debelenerek, sokaktan eve sığınan ama oraya da sığamayan bir ev kedisi gibi Tiffany’nin vitrinine tutunur.

Yaşam, bir şeylere tutunmanın örgütlenmesi ise herkesin kendini karşısında asılı bıraktığı bir vitrini var kuşkusuz. Dışarıdan bakıp, içeriden kendini izlediği. Dışarıda iştahlı bir izleyici, içeride ise ters çevrilip çengele geçirilmiş, derisi yüzülmüş küçükbaş bir hayvan gibi belki. Zaman zaman sadece baktığı, zaman zaman elleriyle uzanıp eşelediği, karşısında kendi yansımasını görüp kıyametler kopardığı, bazen de gülümseyip kendini takdir ettiği, sahip oldukları ve olamadıklarını sıra sıra ayırdığı, bazen ayıramayıp kendini birkaç role kaptırdığı, delirdiği, akıllandığı… Herkesin kendini karşısında tuttuğu bir vitrin… Kendi aklı, kalbi, düşünce yapısı ve estetik dünyasıyla kendini karşısında tuttuğu bir kapısı aralıklı vitrin… Kıyafetler, mücevherler, markalar, renkli neon ışıklar, başkalarının giyindikleri, diğerlerinin sahip oldukları… Sonu gelmez bir tüketim çılgınlığını ve birbirini tüketmenin panoramasını dalgalayan bu vitrinin önünde durunca, kendini en iyi tanıyor belki de insan. Kendine layık gördüğüne en uzun baktığı, o durmadan dalgalanan kalabalık vitrininin önünde tam da.

çürük bir halatla bağlanmış gibi birbirine günler

üstelik çok hızlı bu salıncak…

Şehrin ünlü mücevher dükkanı Tiffany, Holly için, hüznünü ve neşesini bir arada yaşadığı yegane mekandır. İnsanın, kendisini tüm derinliğiyle içinde hissettiği mekan duygusunu hatırlatır film. Varoluşunu, vitrinin arkasından izler Holly. İçerideki ışıltının yüzüne yansımasını sever uzun uzun. Bir aynadır aslında ya Tiffany’nin vitrini. Vitrinin dibine düşmüş bir gölge gibidir biraz da Holly. Hayal ettiğinin ve kendini içinde olmaya değer bulduğunun izdüşümünü görmemizi ister.

“Bir erkeğin hakkımda ne düşündüğü, bana hediye ettiği küpelerden anlaşılır” diyebilecek kadar, kendi aforizmalarına dalmış, bildiği gibi insanlara yanaşan, bildiği gibi sevip uzaklaşan, uysal bir vahşidir Holly. Evine aldığı kediye benzer aslında. Ona bir isim takmamıştır. Bir nehirde karşılaşmış iki aitsizdirler ne de olsa. “Nesnelerle uyuşabileceğim bir yer bulana kadar, ona bir isim takmayacağım. Nerede olur bu yer bilmiyorum ama nasıl bir yer olacağını biliyorum. Tiffany gibi bir yer.” der Holly. Kardeşine benzettiği Yazar Paul, hayranlık ve şaşkınlıkla karışık, Holly’i izler. İnce bedenine, küçük karmaşık evine, şehre ve hatta hiçbir yere sığmıyor gibidir Holly. Zengin bir erkekle evlenmenin peşinde olan Holly ve zengin bir kadınla birlikte olup karşılığında para yardımları alan Paul birbirine benzer aslında. Kendisine ilham kaynağı olan kadını bulan Paul ve içten içe arzu ettiği aşkı bulan Holly için yeni bir vitrin inşa eder hayat. Hep birilerinin desteğiyle hayata ve yazmaya tutunan Paul için, belki de ilk defa kendisinin yardım edebileceği biridir Holly. Şaşırılmayacak bir son inşa eder hikaye erkek karaktere. Kendisine ihtiyaç duyduğunu düşündüğü bir kadına çekilir. Holly’nin tutumu da sonunda şaşırtmaz tabii. Kendisinden vazgeçmeyen ve kendisine en çok benzeyenle birleştirir hikayesini. Sahi, insan günün sonunda bu iki yoldan geçerek mi aşık olur?

On dört yaşında yumurta çalıp, yaban gülü tarlalarında koştuğunu söyleyen Holly, en mutsuz anlarında, kendini yine Lula Mae gibi hisseder. Birbirine karışır, çocukluğuna, kendine karışır Holly. Böyle zor ve karmaşık gibi duran, oysa zorlu geçmişiyle başka türlü biçim bulan ve kalbi farklı akan bir kadının, tam da ihtiyacı olan şeydir belki de ikna edilmek. Taksiden kızgınlıkla sokağa bıraktığı kedisi yağmurda kaybolan Holly, Paul de arabadan inince yapayalnız kalır. Tiffany’nin vitrini çok uzaktadır ama kendi kalbinin penceresi nihayet aralanır. Hayalleri uğruna reddettiği adamın, aslında mutluluğu olduğunu farketmesi uzun sürmez. Bir taksi içinde yalnız geçen birkaç dakikadan sonra, koşarak yağmurun altındaki sevgilisine sarılır. Bütün mutlu sonlarda olduğu gibi, mutluluğun insanın kafasında kurduğundan uzak, kendi doğalında yakalanacağı gerçeği vardır. Mutluluk, hayal ettiğinin “aslında”sına kavuşmak mıdır?

The Film Sufi: “Breakfast at Tiffany's” - Blake Edwards (1961)

Burnunun ucunda onca zamandır öylece duran ama aslında görmediği Paul’e bakar Holly. Artık görerek bakar. Farkında olmadan elde ettiği aşka, arzu ettiğinden başka türlü bir sevince, yaşamın ona hiç beklemediği anda sunduğu sevginin, bugüne kadar göz ardı ettiği başka türlü olanaklarına bakar. Yani aslında hayatın vitrininden yansıyan kendisine bakar Holly. Gözlerini alamadan öylece…

Truman Capote’nin kısa romanından uyarlama olan film, 1961’de Blake Edwards tarafından sinemaya aktarılmış ve iki Oscar almıştır. Lula Mae/Holly karakterine Audrey Hepburn can vermiştir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.