“Kalmaya karar verdiğim andan itibaren benim masumiyetim de sahteydi. Evlendiğim şey utançtı benim. Ama özgürüm, çocuksuz ve kocasızım. Kendimi toplumun dışına attım, artık hiçbir şeyim, insan bile değilim. Fransız Teğmen’in fahişesiyim ben…”
“Her türlü özgürleşme, insan dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin onarılmasıdır.” Marx’ın cümlesiyle başlar kitap. Daha ilk cümleden, kitabın irdelediği özgürlük kavramıyla sarmalanırız. Bir şair yazar olan John Fowles’ın sarsıcı romanı Fransız Teğmen’in Kadını, sinemadaki karşılığını da düşünsel ve aynı zamanda şiirsel bir dille bulur. (Yoksa şiirsel olan zaten tam da düşünselin matematiğinden mi gelir? Bütün katı ahlakçı toplumların kaçınılmaz ahlaksız insanının bu düşünselin içinde kırgın ve kısık sesli bir şiire gark olması da acaba tam da buradan mı yükselir?) Marx’tan, Darwin’den, Kraliyet şairlerinden, halk deyişlerinden pasajlarla bölümlere girişlerin olduğu kitap, Viktorya döneminde geçer. İşçi sınıfını, toplumsal baskıyı, ahlak kurallarını, kadınlık ve erkeklik kalıplarını, burjuvaziyi, feodalizmi, sınıf çatışmalarını bir yasak aşk çemberinin etrafında irdeler. Fowles’in 1800’lerde geçen büyülü romanı, 1970’lerde bir film setinin tarihi dokuyu işlediği sahneye açılır. Filmin baş rolü olan Anna, Fransız Teğmen’in Kadını olarak adı “karalanmış” Sarah’yı canlandırır.
“Bir kere, sadece bir kere kaldırdı gözlerini
Ne çabuk, ne güzel, ne tuhaf kızardı karşılaşınca gözlerimle…” *
1867 Mart’ının sonlarıdır. “Lyme Regis rıhtımında, pençe şeklinde denize uzanan eski ve gri duvarın” kenarında duran kadına doğru koşar Charles. Balıkçıların adını çıkardığı bu kadının, denize düşmesinden korkar. Birden ürkerek yüzünü ona çeviren kadına görür görmez aşık olur. Hikayesi “trajedi” diye anılan ve dilden dile dolaşarak kötü bir kimlikle akıllarda yer eden Sarah Woodruff’u görmek, Charles için nefes almak kadar şarttır artık. Bir aşkın pervasız doğasına tam da denk düşer, Charles’in zamanla sergileyeceği tutumlar. Beyefendilik vasfını kaybetmeyi dahi göze alıp, nişanlısını terkedecek olan bu aristokrat için, Sarah’nın hikayesi, peşinden sürüklendiği ve onu peşinden sürükleyen, geçmez bir rüzgara benzer. Dönemin koşullarında nezaketin sahte tutumlarla ölçüldüğü, kadınlığın eş ve anne olmak dışında tüm vasıflardan uzak olduğu, ahlak kavramının çifte ve pek çok başka standartla belirlendiği, özgürlük anlayışının sınıflar dahilinde şekil bulduğu, filmde açıkça kendini ifade eder. Çağlayan romanın, usulca akan deresi olsa da film, farklı kurgusuyla bizleri içinde akıtıp kaybeder.
“İçimdeki erkeğin uyanması için, kendim olmaktan vazgeçmeliyim…” **
Sürekli horlanan, dışlanan ve uzaktan acıyarak izlenen Sarah’nın hikayesindeki Fransız Teğmen’i hiç görmeyiz. Bir nevi semboldür Fransız Teğmen. Bir kadının özgür iradesinin, “ahlaksız” aşkının, toplumsalın kötürüm bırakan baskısının, erkek hegemonyasının, insan duygusunu açan vahşiler vahşisi bencil ağzın, “kendi gibi olmayana” düşmanlığın ve katı kalıpların bir hayata ödeteceği bedellerin sembolüdür. Dilden dile dolanan hikayede, Sarah’nın evli bir teğmenle ilişki yaşayıp yüzüstü bırakıldığını öğreniriz. Yıllardır aşkın verdiği avarelik ve toplumun dayattığı biçarelikle kıyıda ve ormanda dolaşan Sarah, hikayesini ilk defa kendi ağzından Charles’a açmaya karar verir:
“Kalmaya karar verdiğim andan itibaren benim masumiyetim de sahteydi. Evlendiğim şey utançtı benim. Ama özgürüm, çocuksuz ve kocasızım. Kendimi toplumun dışına attım, artık hiçbir şeyim, insan bile değilim. Fransız Teğmen’in fahişesiyim ben…”
“Acı acı bindirdi poyrazım, ılık lodostan sonra…” ***
Charles’a döktüğü onca cümlede sadece kendi ağzı değildir konuşan. Toplumun ona biçtiğini giymeyi kabul etmiş ve ama kendi içinde yarattığı anarşinin hükümlüsü olmuştur bir yandan. Hem kendini aşağılayan toplumla hemfikirdir ki öğretilen ve dayatılana kabullenmiş bir alaycılıkla katılır; hem de bütün anarşist tutumuyla kendini her türlü öğretilen kimlikten men edip, her tavrıyla avaz avaz insanlara bağırır. Charles’in zamanla hem aşk ve tutkuyla bağlı olduğu, hem de her aşkın içine dahil o arzu nesnesi kılma şuursuzluğuyla peşinden sürüklendiği bu kadın, ona büyük bir sürpriz yapar. Anlattığı hikayeyi eksik ve tam da toplumun dilden dile dolandırırken uydurduğu şekilde anlatmıştır. Kendisini bir “fahişe”, bir “ucube” gibi gören toplumun verdiği vasıfları, karşılığında arkasında durduğu bir kimlik meselesi haline getirip, özgürlüğünü kolaylaştıran etiketler olarak kabul etmiştir çünkü. Tam da bu çember ekseninde, Sarah ortalarda görünmediğinde dahi, güçlü bir karakterin bütün çevresini nasıl etkisi altına aldığını görürüz.
“Sonsuz sevinç duyduğum o gün, saf ve kusursuz muydu söylediğim kadar?” ****
Aynada kendini çizer Sarah. Hem sanattan, hem özgürlükten dem vuran bu kadın, kendi içine ve yaşadığı döneme sığmayandır. Toplumun onu yaftaladığı “birinin kadını” olma dışlanmışlığıyla hiçbir zaman “asil” ve “evlenilir” bir kadın olamayacaktır. Hüzünlü bir savruklukla okuyup izlediğimiz Sarah, oysa ki bu zırhla özgür ve mutlu bir hayatın peşindedir. Arzu ettiğini dayatan her kadın gibi, sonunda istediğini de alacaktır.
“Yaptıklarından ötürü felce uğramışçasına yatıyorlardı. Günahtan katılaşmış, zevkten donmuşlardı. Charles, sevişme sonrası gelen o tatlı hüzünden çok, derin ve evrensel bir dehşet duyuyordu. Her şey yerle bir olmuştu; bütün prensipler, bütün gelecek, bütün inanç ve bütün şerefli niyetler…”
“O büyük boşlukta,
sana uzanmış kollarım beklemekte
ama bir deniz kükrüyor aramızda,
mazilerimiz bambaşka…”*****
Yıllar sonra kendisinden kaçan Sarah’yı bulan Charles, duydukları karşısında şaşkındır: “Evlenmek istemiyorum. Bir kere geçmişim beni yalnızlığa alıştırdı. Yaşamımı paylaşmak istemiyorum. Ne kadar iyi ve müşfik olsa bile bir kocanın evlilik içinde benden olmamı bekleyeceği kişi değil, neysem o olmak istiyorum.”
Öte yandan oyuncu Charles ve Anna da filmin biten çekimlerinin ardından, kendi yasak aşklarının bunalımı içindedirler. İki evli insanın, yüz yıl öncesi bir aşkı anlatan filme can verişleri ve bu etkileşimle birbirlerine aşık oluşları üzerinden ilerleyen film, set bitiminde gerçeğe dönüşü de verir. Rüya içinde rüya görmek gibi yansır biraz da filmin duygusu. Uyarlanan edebi metnin, film kurgusu içinde, bir de film setinde ilerlemesini görürüz. Kitap üzerinden uyarlanan filmin muntazam kurgusu, Sarah ve Anna’yı dünyanın farklı iki zamanı, farklı iki sanatı ve farklı iki kadını arasında tek bir karaktere bölüştürür. Bambaşka koşullar ve zamanlarda yaşamış iki kadını, bir kitap kahramanı ya da bir sinema karakteri olmaktan öte bir varoluş perspektifine sokan film, kavuşması zor bir aşk üzerinden, bütün çağlara değişmez şekilde bölüşülen “kadına bakışın” kirli kompozisyonunu verir.
Kavuşma anlarını hayal ederken, Anna gitmeye karar verir sonunda ve Anna’nın arkasından bağırır Charles: “Sarah!”… Kitapta alternatif sonlara yer varken, filmde mutlu son Sarah’nın “kendini” seçmesiyle açımlanır. Her halükarda ve her çağda, Sarah’ya kuşkusuz ki hep alternatif bir mutsuz son da vardır. Ne de olsa “insanın insanla ilişkisini onarması” süren bir sorun örgüsüne ve insanlığın “kadınla” olan ilişkisini onarması ise sonsuz bir çıkar algoritmasına tavdır.
“Ne yapılmışsa o kalır. Ne mutlu aşkını tamama erdirenlere. Öyle bir aşk ki bu, kalıp sessizce yankılayacaktır onları, öldükleri halde. Yaşamları bir şey uğrunaydı, yaşam uçup gitse de…”******
“Orta ve yüksek sınıftan birçok İngiliz ailesi, kendi lağımlarının üzerinde yaşıyordu…” E.R. Pike
*Tennyson
**Tennyson
***A.H.Clough 1841
****Tennyson
*****Mathew Arnold (1853)
******La Gareyalı kadın-1863)
Karel Reisz’in yönetmenliğini yaptığı, Harold Pinter tarafından sinemaya uyarlanan filmin Sarah ve Anna karakterini Merly Streep canlandırmıştır.