“Sanki birini arzulamak, dünyanın en eski duygusu değilmiş gibi…”
Seni öyle çok sevdim ki…
Bekleyen bir kadın… Melankoli ve hırçınlık nöbetiyle neyi bekleyen? Elbette ayrılığı. Severken ve dahi arzularken ayrıldığı sevgiliyi son kez görmek üzere olan, beklemekle tedirgin bir kadın. Bir köpeğin sadakatiyle eş değer, valizleri koklayan, valizlerin içine sakladığını söylediği kelimeleri kendi içinde durmadan yoklayan, kaygının en derin kuytusuna kendini sonuna kadar bırakmış bir kadın gösterir bize film. Güçlü ve şık imajıyla, zarif ve belki imrenilir soğukluğuyla, kararlı ve ama etrafındaki her şeyden kopuk tedirgin tavrıyla, bir dükkana girip baltasını satın alır. Neyi doğrayacaktır acaba? Yaşamın içinde paramparça etmek istediği ne vardır? Eve dönünce, eşyalarını almaya gelecek olan terkeden sevgiliyi terasta beklemeye koyulur. Bekleyenin, beklenilene dair duyduğu o biçilir acının bağıran saniyeleri arasında birden durur. Gelmeyeceğini anlamış gibidir. Oysa makyajını yapmış, vücudunu saran kırmızı kıyafetini giyinmiş ve kuşkusuz ki bir karşılaşmayı, hakkıyla dalaşarak bir vedalaşmayı sonuna kadar haketmiştir ama beklenilen sevgili gelmemeye kararlıdır belli ki. Öfkesine yenik düşer ve baltayla yatağın üzerinde duran takım elbiseyi lime lime eder önce. Satın aldığı baltayla içi boş takım elbiseye müdahalesi ironiktir tabii. Yanınızda bir zamanlar çırılçıplak uzanan ve ama üzeri kat kat giyilmişçesine sizden saklı, öte yandan bedenini alıp gitmiş ve ancak yanınıza boşluğuyla dürüst bir parça elbise bırakmış bir sevgilinin ironisidir bu.
Benlikten uzaklaşmak…
“Öylesine farklı bir kadındım ki zaman zaman kadın olduğumu bile unuttun.”
Bir ayrılığın son demlerinde çırpınırken, her yalan mübah mıdır aslında? Sonunda telefon çalar. Bir sürü yalan söyler kadın kahraman. Filmin, tek görünür ve ama isimsiz karakteridir. Tiyatroya gittiğini, yemek yediğini, iştahının çok açık olduğunu, menajerini de gördüğünü, çeşitli etkinliklerini ve hatta terapiste gittiğini bile anlatır. Oysa hepsi yalandır. Konuşma zora girdikçe, adamın eve eşyaları almaya gelmeyeceğini, ancak birini göndereceğini anladıkça ve ayrılmanın kaçınılmaz olduğuna ikna oldukça döker ancak eteğindekileri. Aslında bugün bir baltayı satın almak dışında, günlerdir hiç dışarı çıkmamıştır. Hiçbir şey yememiş, melankolisinin en diplerinde gezinmiştir. Yorgun ve açtır, öfkeli ve mutsuz, çaresiz ve kırılgan, yalnız, çok yalnız, boğulurcasına yalnız… Köşeye sıkışmışlığın verdiği çaresizlikle bağırarak, telefonun ucundakine kendisine yaşattığı duyguları anlatır. Bütün bu çaresizlik ve onca sertleşmiş duyguyu diğeri mi yaşatır insana, yoksa yaşam aslında şahsi almak ve kendi sınırlarını bilmeyip izin vermek, devamında ise kendi kendini incitmek üzerinden mi ders verir insana? Sahi, hissedilen her duygu, kişinin kendiliği’nden değil midir aslında?
“Oysa bir zamanlar olduğum şeyin artığıyım ben.”
Vazgeçen, heyecanını yitiren, “artık” sevmeyen için başka bir tavır biçerken hayat, hala seven, ayrılmak istemeyen ve izaha/tekrara düşen diğerine ağır bir baskı giydiriyor demek. Menajeriyle uydurduğu buluşmanın konuşmasını aktarırken, kadının kendine dair kaygılarını da görürüz. Yıllarını verdiği, emek verdiği, yanında benliğini askıya aldığı bir adama, belki uydurulmuş bir diyaloğu aktarırken, aslında gerçek anlamda eksik bıraktığı, ihmal ettiği kadınlığıyla konuşur gibidir. “Benim yaşımdaki kadınların yine moda olduklarını söylüyor menajerim. Sonsuz güzellik, diyor. Müşteriler, çılgınlık ve melankolinin karışımı olan solgun yüzüme bayılmış. Oysa bir zamanlar olduğum şeyin artığıyım ben artık.” Yaş ve tecrübeyle gelen bu ağır cümlenin duygusuna sürükler bizi kadın. Ömür denen kısıtlı cetvelle hayatın köşelerini çize çize, kaç yılda bir artıyor ki kendinden insan? Sahi, kaç çuval duygu, kaç kilo beden, kaç değişir zaman ediyor ki bir ömrün içinde? Gerçekten, bir zamanlar olduğu şeyin artığı mı oluyor gitgide insan?
“Hayvan gibi acı çektim ama hayvan gibi de keyif aldım”
“Bütün gününü odalarda sahibini arayarak geçiren bir köpek gibi,” derken aslında kendini vurguluyor gibidir. “İstediği sensin köpeğin.” İnsanın, bir eşyayı ya da bir hayvanı izlerken kendi yansımasını görmesi, ya da bir mevzuyu konuşurken kullandığı kelimelerin arasında kaybolup birden irkilmesi, yani farkındalık, yani kendiyle zamansız ve birden karşılaşması, karakterin “anksiyetesi” üzerinden yırtılırcasına açılır. Konuşmak, durmadan kendini izah etmek zorunda kalmak, geçmişin hala bağlı olduğu o ejderha karnı üzerinden incelmiş bir ip gibi sızlayarak ayrılmak… Anlatımın, kendini olabildiğince açmanın, açtıkça aslında kendi içine kapanmanın, yetersizlik duygusu ve arzu denen karanlık tramvayın raylarından kopmak üzereliği yansıtır bize kadın… “Bana yazdığın her kelime valizde.” Karşı tarafın kelimelerini duymasak da ivmesi artan bir çaresizlikle durmadan konuşan kahramanımızla beraber, vazgeçmiş diğerinin kaygısızlığını da duyarız. Bir insandan, onunla biriktirilen hatıralardan, ya da henüz yaşanmamış tüm olasılıklardan vazgeçiştir bu kaygısızlığın kaynağı. Tek kelimesini duymadığımız, telefonun diğer ucunda konuşan erkek, yine de filmin içinde başka bir karakter olur bizim için. Kulağımız belki de asıl ondadır. Göstermeden, duyurmadan gösterip duyurulan, asıl yalancı kahraman olarak…
“Arzulara göre ilerleyen hayatın bedelleri ağır: Tutkunun kanunu…”
“Maceraperestlik mi bu?”
Telefondaki eski sevgilisi kandan hoşlanmadığı için, kendisini terastan atmaktan vazgeçtiğini söyler kadın. İlaçlar almıştır. Seçtiği intihar yönteminde bile, adamın hassasiyetlerini gözetir. Bu, rahatsız edici boyutta bir aşk gösterisi değil de nedir? Hatlar yüzünden telefon yüzüne kapanır sonunda. Evin her yerine benzin döker, telefon yine çalar. Çiçekleri sulamak için terasa çıktım der kadın. “Terasa doğru bak, yanan benim aşkım.” Telefonun ucunda korku saldığı eski sevgili, evle birlikte kendisini de yaktığını düşünür kuşkusuz. Oysa itfaiye gelince köpeği alıp çıkar. “Dash! Artık sahibin benim! Sen ve ben birlikte yas tutacağız.” Birden vazgeçiş midir bu, tutunduğu dalı bırakmak mı, yoksa kabullenmenin getirdiği, zaman zaman herkesin ömrünün farklı evrelerinde yaşadığı o rahatlama duygusu mudur? Kendine ve karşı tarafa dürüstçe duygularını aktarmanın artık adeta sanat icra etme zorluğuna dönüştüğü günümüzde, ucube tavırlarıyla külliyen yalancıların, korkaklıkla beslenen amancıların yanından geçip dururken, dürüstlüğün sınırlarını nasıl çizmeliyiz peki? Dürüstlüğün bir sınırı olabilir mi, ya da varsa bu sınır nerede başlar/başlamalı sahi?
Auter yönetmen Jean Cocteau’nun 1930’da sergilenen tiyatro oyununun, doksan yıl sonra, 2020 yılında 30 dakikalık bir dünyayla sinemaya aktarımı, Pedro Almodovar’ın kendi kırmızıları, keskin yeşilleri, terasta sevdiği çiçekleri, kendine has seçtiği baltasıyla olur. Oyun intiharla sonuçlansa da Almodovar bize ortalığı yakıp köpeğiyle yasını yaşamaya çıkan bir kadın yaratır. Karaktere Tilda Swinton can verir.