“Kalbinde bir tek güz yetişir, sanki yer yüzünün çiçekleri ölmüş gibi”
İnsanlar ve eşyalara kalın kalın giydirilen yeşiller ve kırmızıların doku hakimiyeti olsa da, savrulan sarı-kahverengi yaprakları hatırlatır film. Canlı akan hayatın içinde, sararmış yapraklar gibi cansızca savrulan insanları anlatır. Marko Tapio’nun Arktien Hysteria’sı kitabının yatağın üstüne düşüşüyle kendini yaprak yaprak açar Kuzey’in soğukluğunun histerisi ve Ansa ile Holappa’nın birbirine sürekli teğet geçen kavuşmalarının ironiyle harmalandığı, tadında ve mesafeli bir hüzünle buluşturur bizi. Yer Helsinki. Sık sık iş değiştirmek zorunda kalan biri kadın, diğeri erkek iki işçinin, canlı renkler arasında donuk şekilde resmedilen hayatlarının sıkıntılı müziğinin peşine takılırız. Ansa, bir markette reyonları dizer, tarihi geçen ürünleri çöpe atar, ortalığı toparlar. Tarihi geçen peynirlerden, sandviçlerden cebine, çantasına atıp eve götürdükleri, çoğunlukla yenilemeyecek haldedir. Öyle ki mikrodalgaya attığında bile, bir iki dakika içinde üzerinde unuttuğu etiketlerle kuruyup kalırlar. Bozuk yiyeceklerin sonu, hakettikleri gibi çöpe atılmak olur ama marketin değil, kendi evinin çöplüğüne attığı için, Ansa’nın sonu işten ihbarsız kovulmak olur. Oysa zaten hiçbiri artık satılamayacak ürünlerdir. Yine de görevlinin uyarısı, bunun önemli olmadığı ve ürünlerin çöpe ait olduğu yönündedir. Tarihi geçse de “ihtiyacı olanın” yemesi, hak değildir kurallara göre. Çöpe aitliğine karar verildiği için, çöpe aittir hepsi, işte o kadar! Ansa sesini yükseltmeden, ifadesizce hepimize sorar. “Ben de öyleyim galiba.” Kendini bir çöple eşleyen Ansa’nın, bir iki iş değiştirdikten sonra kendini metal işçiliği yaparken buluşuyla süren film, bize sonunda şunu da sordurur aslında; yaşadıkça insan da tıpkı bir çöp gibi, ancak kendi ham/maddesine uygun başka bir şeye mi dönüşür sonunda? Belki kötücül bir yaşlı dinozora, ya da yumuşak huylu renkli bir balona?
“Bu köhne mahalle içime işlemiş. Bir ceza, bir beddua gibi.”
Hikayenin geçtiği mevsimden ziyade, hayatın geçtiği donuk soğukluğun filmidir bu. Eve girer girmez radyoyu açar Ansa. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırı haberlerinden birine rastlar. Rusya’nın yine Grozni kentini, uluslararası hukukun koruması altındaki alanları yok ettiğini, Suriye’de sağlık altyapısını yok etmek için özellikle hastanelerin hedef alındığını anlatır. Fonda savaş vardır hep. Fonda derin bir iç sıkıntısı, yoksulluk, yalnızlık, şehrin kırmızılar, yeşiller ve toprak renkleriyle pastorala öykünen ama oysa metal kokusu ve sesleriyle buluşan kim’liği… Fonda, tutturulamayan bir mutluluk, arz edilen çaresizlik, Kuzey’in ürperten soğukluğu ve can sıkıcı bir talepsizlik. Fonda insanları giyinmiş paltolar, pardösüler, botlarla dolanıp duran tren odacıkları, içine tıkılıp kalınan tek göz evler… Hangi zamandayız diye sorduran, garip bir zamansızlık duygusuyla beraber, açar açmaz gerçekleri uğuldayan, zamanın altını ancak böyle çizen uğursuz bir radyo hep. Üstelik onca renge rağmen tuhaf bir süssüzlük. Fonda hep bir tedirginlik, sürüp giden sıkıntılı bir suskunluk ve kof bir kam. Fonda gülümsemeyen adamlar ve kadınlar ve her duyguyu iç içe geçirerek açan, acı sözlü şarkılar…
“Sabah erken düşen yağmurda,
elimde birkaç bozuk parayla,
kalbimde bir sızıyla,
kum dolu ceplerimle,
nerede olduğumu bile bilmiyorum.”
Holappa, metal işçileri sendikasına üyedir ama iş başında sık sık gizlice alkol aldığı için, sonunda başı derde girer. Uzun süredir tamir edilmesi gereken hortum tamir edilmemiş, kolunu kesmiştir. Gelen görevliler alkol testi yapınca bütün hakları elinden alınmış olur. Fabrikanın hortumu kadar dayanıklı çıkmamıştır Holappa zaten. Yatılı kaldığı işçi odasından ayrılır. Arkadaşıyla barda sohbet ederken aralarında duran Rocco ve Kardeşleri filminin afişi dikkatimizi çeker. İkisi konuşurken fonda müzik olmasa da Nino Rota’nın ezgilerini duyar gibi oluruz. İnsana dair olanı derinlikle anlatan bir filmin içinde, bizi başka bir insana dair olan derinliğe davet eder diğer film. Birbirini hatırlatan filmler, birbirini hatırlatan müzikler, birbirini hatırlatan karakterler… Film, yüz yıllardır ölüp yeniden doğan insanın coğrafyası, kaderi, hikayesi ve dış uyaranları/nesneleri durmadan değişirken, aslında bütüncül varlığı değişmeden, ancak bilgi ve sanatla ehlileşebilen vahşiliğini yine insan üzerinden bize yansıtır. Yani filmdeki insan duygusu da bize geriye kalan “herkesi” hatırlatır.
Filmin içinde, bir film kapısı eşiğinde…
Ansa’nın telefon numarasını yazdığı kağıdı kaybeden Holappa, en son ayrıldıkları kapının önüne bekçi olur zamanla. Birbirlerinin adını, adresini, telefonunu bilmeyen bu tuhaf iki tek’in, çift olması belli ki zor olacaktır. Sinema salonunun kapısında bekler dururlar birbirlerini. Romantik filmlerdeki güçlü kahramanların, tekrar buluşmalarını yine romantik bir tesadüfün insafına bırakmalarından farklı bir yol izler ama film. İki kahramanı, en son ayrıldıkları sinema salonunun kapısına getirip bırakır. Nihayet kapının önünde karşılaşmaları ise hem ironik hem de hüzünlüdür. Çaresizce dolanır ya sahi insan, bir kelebek gibi, bütün arzu nesnelerinin etrafında, öylece.
Evdeki buluşmalarında, kırmızı bir elbise giyinmiştir Ansa. Aldığı yeni tabakla servis yapar. Romantizm yaratmak için radyoyu açar ama 1200 kişinin olduğu bir tiyatro salonuna saldırılmıştır bu kez de. “Lanet savaş!” Diye kapatır radyoyu. Kısa mutluluğunu dahi gölgeler, dışında dönüyor gibi duran ve oysa tam da evinin içine sokulan çıngıraklı dünya. Köpüklü şarap da bitmiştir. Haolappa gidip cebindeki mataradan içkisini yudumlayınca, Ansa dayanamaz konuşur. “Babam içkiden öldü, erkek kardeşim de, annemse kederinden…” Yolları bu kez gönüllü ayrılır. Arkasından yeni tabağını da çöpe atar Ansa. Tarihi geçmiş yiyeceklerini ve az evvel umudu kestiği adamı da attığı gibi… “Bir çöl faresi kadar ayığım. Adsız alkoliklerden sadakat indirimi aldım” diye bir süre sonra arasa da Holappa, sonraki buluşmaları öyle kolay olmayacaktır.
“Ne güzel bir elbisem var giyecek, ne de ayakkabım.”
Usta bir ressam gibi, bütün renkler ve duyguları usul usul çizerek, bizi başka bir yerden bakmaya davet eder film. Hatta Ansa’nın makyajsız yüzüyle biraz. Holappa’nın, bir kadınla randevuya giderken dahi sahip olmadığı o düzgün ceketle belki. Zaman zaman açılan uğursuz haberleri konuştursa da hikayenin zamansızlığına şaşırtmadan, başka bir pencereye götürür bizi… Bir yüzün sadeliği, bir ceketin önemsiz mevcudiyetsizliği, televizyonun yokluğu, cep telefonlarının hiç mi hiç yokluğu… Teknoloji ve güzellik algısının dayatmalarına aracı olan ve mutsuzluğu, hatta umutsuzluğu işaret eden materyallerin olmadığı film, izlerken düşündürür. Bağımsız bir zaman pergelinde dönen filmin içinde, televizyon, cep telefonu, dolayısıyla sosyal medya da görmeyiz. Peki aslında tüm bu uyaranlar yokken bile mi mutsuzuz hepimiz? Birbirimize cep telefonlarıyla kolayca ulaşamaz, birbirimizi taciz edemez ya da yersiz yere yerip, bazen böbürlen(dir)ip, hatta haksız yere şişiremezken de mi mutsuzuz? “Televizyonda” çocuklar ölmezken de birbirimizden ya da bir radyodan öğrenerek muhataplık duyup ve sonunda bir şekilde kolektif bir suçlulukla boğulmuyor muyuz? Bir ceket, yaratılan bu zamansız zamanda çok önemli değilken bile, aslında ye kürküm ye halinde miyiz hep, ya da plastik yüzler, boyalar ve maskeler yokken de kadınlar üzerinden bir pabuç dillilikle mi savaşıyoruz?
Zamansız bir sonbaharın sararmış yaprakları gibi, Kuzey’in soğuk histerisinde uçuşup duran bir kadın işçi olan Ansa’nın evinden sokaklara ve tren vagonlarına açılan filmin, aşkın da zamansızlığı ve dış dünyayla örülü tuhaf matematiğini fikreden her sahnesi, bizi hem düşündürür hem ürkütür aslında. Yaşamın umutsuzluğu vadettiği, yarına dair hep bir kaygı yükleyen “tutunamama” fikri, Ansa’nın tekliğiyle bizi aşkın gerçekleşmesine dair bir arzuya iter. Nitekim, filmin sonunda ilk kez gerçek anlamda bir gülümseme görürüz Ansa’nın yüzünde. Göz kırparak gülümser Holappa’ya. Sokakta uyutulmak üzereyken bulup evine aldığı yeni dostu köpeğinin adını da Chaplin koymuştur üstelik. Ansa, Holappa ve Chaplin mutlu halde uzaklaşırken, sararmış bir yaprak daha düşer içimizden.
Ve yine soralım; hayat zamanlı ya da zamansız, her çağda, her eşyalar dünyası ve her teknolojik ortamda, her güzellik kavramı ya da bütün sadeliğine rağmen süslü bir bağırmayla, bütün dinamikliğine karşı, insanın statik vahşiliğinden beslenerek sürüp giden bir yaşlanmaya mı elverişli yoksa?
“Sonbahar geldiğinde parktaki yapraklar büyüleyici bir ışıltıyla parlar”
parlamalı, öte yandan!..
“…” filmde süren şarkılardan alıntıdır.
Bir Aki Kaurismaki filmi olan Sararmış Yapraklar’da, Ansa karakterine Alma Pöysti can vermiştir.