Seyit Ali: Kırklı yaşlarında, cezaevinde mahkum bir adam olan Seyit Ali, ilkokul üçten terktir. Koca cüsseli, derin bakışlı bir adamdır. Okumamış olsa da başına gelenlerin muhakemesini doğru yapmaya çalışan biridir. Onu kendi jenerasyonu ve kültür kodlarından ayıran en önemli özelliği ise bu muhakeme gayreti ve merhametidir.
Bıyıklarını burdu
demirlere doğru bağıran adam
zamandan bahsediyorum, biliyorsun
çizgi çizgi duran yalnızlığımdan
pas koktu gece
sen uyudun
kara kanatlarıyla çırpınıp düştü kuşlar
aklıma ölüm geldi
sen uyudun
avlunun ıslak yüzüne vurup durdu
ismini çizdi,
birikmiş çamurun tam karnına gardiyan
Tanrı’dan bahsediyorum, biliyorsun
kendini gökyüzüne bırakmış,
toprağa uzak kalmış bir Tanrı’dan
Kafesiyle izne çıkan kanarya…
İmralı yarı açık cezaevi… Gardiyan, elindeki mektupları salladıkça avludaki mahkum kalabalığı rüzgarda salınan yabani otlar gibi ıssız gürültüler çıkarır. Kürtçe ve Türkçe konuşmalar, arada kadın sesleriyle dile gelen mektuplar, bağırılan erkek isimleri ve hepsine fon olarak düşen bir kuş cıvıltısı… Bütün kuşlar adına, tek bir kuşun cıvıltısı… Tıpkı özgürlük adına tek bir avlu, tüm sistem adına demir şişler, dil adına bir kilamdan akılda kalır bir nakarat, acı adına uzaklardan duyulan ağıtın sözsüzlüğünden Kürtçe olduğu anlaşılır derin bir sızı gibi… Tek birinden ve her birinden çokluğa açılan bu anlatımın sıkışıp kalmışlığı, bir yandan da dünyaya derdini bağırarak ulaşır bize. Bütün bu seslerin ve imajların arasında durmadan cıvıldayan kafesteki sarı kanaryanın sesi, mahkumların da ilgisini çeker. Bu mutlu cıvıldayışın altında muhakkak bir hayırlı haber olmalıdır ki kısa süre sonra zaten koğuşa izinlerin açıldığı haberi düşer. Adını listede gören herkes çok mutludur. Seyit Ali de bu izinli mahkumların arasındadır. O da bir hafta izne çıkacak, bu tepesi açık kafesten biraz uzaklaşacak ama memlekete vardığında, beklediğinden çok başka bir haberle sarsılacaktır. Kafesin de içindeki kafesiyle sarı kanarya da izne çıkar o gün. Sahibi Yusuf’la birlikte yollara düşer. Mahkumların her biri, büyük hapishaneden dışarı çıksalar da koşullu gidişleri yüzünden tıpkı sarı kanarya gibi kendi küçük kafesleriyle gezerler. Aslında en zorudur ya duygu ve düşüncesini, suçu ve cezasını, zorunlu kimliği ve aidiyetsizliğini üstüne bir güzel giyinip, kendini hapsolduğu görünmez kafesiyle gezdiren insanın meselesi. Mahkumlar hapisten ayrılırken başka yollara gitseler de, sahi, ortak bir coğrafyanın şeritlerine ayrılır ya sonuçta bu yolun hikayesi.
Tam olarak neden hapse girdiklerinin üzerinde durmaz film. İzler vardır sadece. Bellidir ki ötelenen, kabul görmeyen, tutunamayan ve hak verilmeyenlerin yolunun hikayesidir bu. Hepsi, koynunda “diğerlerini” de getirmiştir içeri. Toplumun yarattığı rollerin, ekonominin, politikanın, kalıplaşmış kurallar ve birbirini hiçe saymanın gölgesi dalgalanır sürekli üzerlerinde. Toplu bir bunalım halinin etkisini darbeyle görürüz. Bireysel bunalımlarını ise evlerine giden yolun kendisinde elbette. Bir evin yolu, kim olduğunuzla ilgilidir çünkü. Anadilinizi, babayla bağınızı, kardeşle nasıl oyun kurup oynadığınızı anlatır. Seyit Ali’nin ev yoluna daha vardır ama başından hissettirir ki en çok onun yoludur karanlık bir kuyuya dalmak gibi seyreden…
Kimi daha ilk andan içkiye vurur kendini, kimi uzun uzun ve mesafesizce denize bakar, kimi yerinde huzursuz bir kırkayak gibi kıpırdanıp durur, kimi kendi düşüncelerinin içinde kıvrılıp bir köşede hacimsizce uykuya vurur kendini bu mahkum vapurunda. Vapurdan inince ise her biri yerinden kopan kara boncuklar gibi başka yerlere dağılırlar. Onca izinli mahkum arasından ise beş mahkumun peşine düşürür bu yol bizi. Yusuf, Mehmet Salih, Ömer, Mevlüt ve Seyit Ali. Yol boyunca biri öldürülür, biri izninden dönmez dağa çıkar, biri izin kağıdını kaybedince alıkonulup mahkumiyetinin içinde başka bir mahkumiyet yaratır kendine. Biri nişanlısıyla buluşup eşlikçiler eşliğinde iki çift lafla memleketinde dolanır. Biri ise yargıçlığa zorlanıp kendince en masum cezayı kesecekken, ne yargıçlığı becerir, ne de kahraman olmayı. Yusuf, elinde düğün fotoğrafıyla alıkonulduğu yerde kalakalır. Mehmet Salih, karısının yaşadığı baba evine gidip kendisi ve diğerleriyle yüzleşir. Ömer, evinin kapısına yaklaşırken çatışma sesleriyle karşılanır. Şaşırmaz aslında Ömer, çünkü kendi gerçekliğinin farkındadır. Zaten geri de dönmeyecek, dağlara doğru yol alacaktır. Elinde kırmızı valiziyle Mevlüt’tür kararınca en hafif hikayeyle gezinen ve oysa Seyit Ali’nin pala bıyıklarının altında inleyen dişlerinin arasında, söylenemeyecekleri sıka sıka, yol bizi en hüzünlü olan yere götürüp bırakır. Bir yüzleşmenin, paramparça edilen bir hatıranın, kaval sesinin tınısında uzaklarda bir yerde inleyen çürümüş bir aşkın ve nihayetinde tiftiklenir gibi lime lime olunan bir ayrılışın kapı eşiğine… Seyit Ali’nin çaldığı kavalın sesini hiç duymasak da bütün film boyunca süren ve uzaklardan gelen Zine’nin aşkının sesi, toplumun iki yüzlülüğünü uzun uzun dinletir bize. Duyabilene tabii…
Kara saçlarını savurdu çocuk
mevsimlerden bahsediyorum, biliyorsun
perde perde inen mahkumluğumuzdan
sıcak çorba, süt kokusu
hatıranın sürahisinden fışkırıp
bir ömrün kendini kırdığı yerde
dağılarak duran
avaz avaz bağırdı içimin bozkırında yüzün
ayrılıktan bahsediyorum, biliyorsun
tek tek koparır gibi seni parmaklarımdan
yasaklı önermeler,
delik deşik edilmiş düşünceler
ve kimsesizliğimizle örülmüş
yurttaşlığımızdan bahsediyorum, biliyorsun
sustuğumuz dilin
dağ sümbülü dudaklarından
Kırmızı valiz, kar ve karanlık…
Otogarda büyük şaşkınlık yaşar Seyit Ali ve diğerleri. Sıkıyönetim ilan edildiği için, sabah beşe kadar herkes beklemek zorundadır. 1980 darbesinin gerçekleştiği günlerdir. Kara kış erken gelmiş, kara duygular, kara zamanlar, kara bir örtü serilmiştir ülkenin üstüne. Bütün ülke habis bir karabasanın altında ezilmiştir tam olarak. Mahkumlar, izne çıktıkları gün karşılaşırlar hapsin de hapis hali ile bir anda. Seyit Ali bir sigara yakacaktır beklemenin hüznüyle, o da karaborsadadır ama. Bekleyen herkese paketindeki sigaraları bir bir dağıtır. Derin derin içine çeker dumanları her biri umutsuzca. Hayat bütünüyle karaborsaya girmiştir aslında. Gazeteler, dergiler, kitaplar yasaklanmış, hapisler, ölümler, haksızlıklar halka halka her yere yayılmıştır. Kışın rengi erken düşmüştür memlekete. Geçtikleri şehirler de değişmiştir mahkumlar için. Hem içerideki hem dışarıdaki mahkumlar için. Filmde kullanılan kırmızı valizdir en renkli eşya ve filmin devamında kaderini bilmediğimiz kanaryanın sarısıdır bu menem kara duyguyu hafifleten belki bir parça. Griler dolaşır en çok, koyu kahveler ve sisli bulutlar etrafta. Oysa bir de kar vardır. Bembeyaz ve uçsuz bucaksız; çıkılmaz, içinden çıkılmazcasına beyaz ve sonsuz. İşte o karların arasında ne gelecekse gelecektir, Seyit Ali’nin başına bu arafta.
Farkındalığı sorgulatır film: Yusuf, izin kağıdındaki fotoğrafına bakıp, tıpkı bir katil gibi çıktığından şikayet eder. Oysa zaten cinayetten içeridedir. Kuşkusuz ki pek çoğu gibi kendini bir katil olarak görmez. Mevlüt, nişanlısına evlendikten sonra bir mahkum gibi davranacağını daha ilk gezintilerinde ifade eder. O ne isterse onu yapacak, ne isterse onu giyecek, ondan izinsiz dışarı çıkamayacaktır. Oysa baş başa çıkmalarına izin vermeyip arkalarından onları takip eden akrabalarını ise geri kalmışlıkla damgalar, öfkelenir. “Hangi çağda yaşıyoruz” diye sorgular. Kendiyle yüzleşmeyi sorgulatır film: Mehmet Salih, karısının kardeşinin ölümüne sebep olduğuyla yaftalanmasına sinirlidir. Oysa yolculuğun devamında kendi korkaklığıyla yüzleşecektir. Ömer, köyüne dönünce abisinin hatıralarıyla karşılaşırken, kendini uzaktan izleyen genç bir kadına, kendi çaresizliğine bakar gibi bakar. Muhtemel kaderini tahmin etmektedir çünkü. Bir kamyon kasasında teşhir edilen kanlar içindeki cesetlerin arasında boylu boyunca uzanan abisini tanımamazlıktan gelir. Ölü abisine de bir yabancıya bakar gibi bakar Ömer. Mecburdur. “Korkusundan kendi ölüsüne bile sahip çıkamıyor insan. Hele Kürtsen” der babası. Abisi ölünce zaten yengesiyle evlenmek zorundadır ama daha başından dağlara uzanmaya kararlıdır Ömer. Ve muhakemeyi sorgulatır film: Muhakemenin tavında kendini işleyen merhameti, ikircikli durmayan adaleti, devamında ise kadınlığı ve erkekliği sorgulatır. “Kötü yola düşen” karısını öldürmek en çok Seyit’in hakkı olduğu için, sekiz aydır ayağı zincirli halde tutulmaktadır Zine. İzne çıkınca karısının kaçtığını öğrenen Seyit Ali’nin ne yapacağına karar vermesi ise geliştirmeye çalıştığı muhakeme ve bastırmaya çalıştığı merhamet duygusunun arasında bir yerde nefes alır. Seyit Ali, Zine’yi acaba nasıl, hangi yöntemle öldürecektir?
Zine’yi öldüreceğinden herkes emin olsa da Seyit Ali’nin Zine’ye elini dahi sürmeye niyeti yoktur, hatta yemin etmiştir. Birine elini sürmeden öldürmenin bir yolu var mıdır peki?
“Aramızda tuz-ekmek hakkı var, beni kimsenin eline verme” der Zine.
Karısının köyüne giderken karlı ve fırtınalı yolda atını öldürmek zorunda kalır Seyit Ali. Önce kendine gelsin diye kırbaçlar ama atın takati kesilmiştir artık. Saatlerce yürüyerek aşmak zorunda kalır bu kederli yolu. Kara saplanan atını, kaderine teslim de edemez ve fırtınaya rağmen bir süre sonra geri dönüp tek kurşunla öldürür. “Yüreğimin bir köşesinde acıma var, bir köşesinde nefret” diyen Seyit Ali’nin Zine’yi hala sevdiği de bellidir. Dönüş yolunda Zine’yi de önüne bu yüzden katar. Böylece ona elini sürmeden öldürebilecektir. Saatlerce yürüyecek, karların arasında takatsiz kalıp donarak ölecektir. Acımasızca, hızlı adımlarla yürüyüp gider Seyit Ali. Arkasından ağlayarak bağıran Zine’ye oğlunun da ricasıyla geri döner. Gözleri uykuya dalarken kaval sesini hatırlatır amcasının kızı, çocukluk aşkı, oğlunun annesi Zine. “Eskiden sen çok iyi bir adamdın, ne güzel kaval çalardın. Sen kaval çalınca ben ağlardım.” Onun da hala bu hatıraya sahip çıktığını anlayınca birden kendine gelir ve tıpkı ayağa kalksın diye atını kırbaçladığı gibi, yine belinden çıkardığı kemeriyle kırbaçlamaya başlar Zine’yi. Vurdukça vurur, kuş kadar canı kalmış Zine’ye. Geçmişlerine vurur gibi, aralarında duran karanlık ihanete, mahkumluğuna, babalığı, erkekliği ve karşısındakinin kadınlığına vurur gibi vurur. “Uyuma Zine, uyuma!” Uyur Zine. Ölümlerin en uysalına sığınır. Seyit Ali, içten içe planladığı bu el değmeden ve olabildiğince acısız ölümden son anda caymış olsa da artık geçtir. Zine bütün hikayesini alıp gitmiştir. Seyit Ali’nin hiç duymadığımız kaval sesi yükselir içimizde bir yerde.
Şiir: Şilan Avcı
Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, yönetmenliğini Şerif Gören’in (haspiste olmasına rağmen, aynı zamanda Yılmaz Güney’in) yaptığı filmde Tarık Akan Seyit Ali’ye can vermiştir. 1981 yapımı film, 1982 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almıştır. Yasaklı olan filmin Türkiye’de gösterimi, ancak 1999 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Türkiye’nin Cannes film Festivali’nde ilk ödül alan filmi, Yol filmidir. Yılmaz Güney bu filmle ilgili der ki:
“Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır. Çiçekler, kuşlar, rüzgarlar gibi. Ben, bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım. Her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da.”
Yılmaz Güney ve bütün Yol arkadaşlarına…