DEM Parti’nin İmralı heyeti, daha önce duyurdukları yol haritasına sadık kalarak yılbaşının ardından siyasi parti ziyaretlerini gerçekleştirdi. Bu ziyaretlerde ne konuşulduğu, nelerde mutabık kalındığı ya da nelerin eleştirildiği ve her şeyden önemlisi İmralı’daki görüşmede Öcalan’ın neler dediği hâlâ bilinmiyor.
Ancak siyasi parti görüşmeleri, AKP dışındaki siyasi partilerin heyeti genel başkanlık düzeyinde karşılamış olması ve barışa destek verme iradelerine dayalı beyanları oldukça kıymetli. Bununla birlikte, aslında bu görüşmelerde iki siyasi partinin tutumu en çok merak edilenler arasında yer alıyordu. Bunlardan biri, yerel seçimlerde Kürt oylarıyla desteklenerek birinci çıkan CHP, diğeri ise süreci başlatan Bahçeli’nin de içinde yer aldığı Cumhur İttifakı’nın ikinci partisi olan ve hükümet yetkisi bulunan AKP idi.
Önceki süreçleri desteklemeyen, yeni süreç başladığından bu yana ise amacın Erdoğan’ı yeniden Cumhurbaşkanlığına adayı yapmayı kolaylaştıracak bir anayasa değişikliği olduğu iddiasını sıklıkla yineleyen ve başlayan süreci mevcut iktidarın seçim hesaplarıyla sınırlayan tutumun sahibi CHP, İmralı heyetini genel başkanlık düzeyinde karşılayarak sürecin parçası olabileceğini ima etmiş oldu. Özel’in görüşme sonunda “Türkiye’nin barışına yönelik olarak atılacak adımlardan hiçbir siyasi çıkar, pazarlık veya beklenti olmaksızın, esas olanın Türkiye’nin gelecek umutlarını yükseltmek, akan kanı durdurmak noktasında ifade edilen iradeyi önemsiyoruz” şeklindeki ifadeleri de bu yargıyı güçlendirdi.
Süreç ilk başladığında “şehit aileleri hassasiyeti” üzerinden kurulan cümlelerle, Kürt meselesi ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni konjonktür konusunda bir politikaları olmadığı izlenimi yaratan CHP liderliği, bu görüşmede ortaya çıkan tutumu sürdürürse her şeyden önce “kaygılarınızı sürece dahil olarak giderin” çağrısına da yanıt vermiş olacaktır.
AKP ise genel başkan düzeyinde değil, grup başkanı düzeyinde heyeti karşıladı. Toplantı sonunda yapılan tek açıklama, “Olumlu bir görüşme” olduğuna dair tek cümle oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan düzeyinde heyetin kabul edilmemesine dair spekülasyonlardan ilki, “AKP başkanı aynı zamanda Cumhurbaşkanı; o kabul ederse heyet Cumhurbaşkanı nezdinde kabul edilmiş olur” biçimindeyken, ikinci spekülasyon Erdoğan’ın Bahçeli liderliğinde başlayan sürece dönük şerhleri olduğuna dair oldu. Her durumda, Cumhurbaşkanından hâlâ bu süreci sahiplenen ve pozitif tutumlarla sürecin iklimini kuran bir söylem duyulmamış olması gerçeği ortada duruyor.
Üstelik aynı zaman diliminde, beklenen pozitif söylem yerine sert, otoriter ve güvenlikçi politikalarla uyumlu, tehditkâr içerikler taşıyan şu sözleri kendisinden dinledik:
“Suriye’nin parçalanmasına, hangi kisveyle olursa olsun üniter yapısının bozulmasına rıza göstermeyiz… Bu konuda bir risk görürsek gerekli adımları süratle atarız.”
“Ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülecekler. Üçüncü yol yok.”
“Bölücü örgüt ve Suriye’deki uzantıları için çember daralıyor. Biz iktidar ve ittifak olarak terörsüz Türkiye hedefimizi öyle veya böyle ama mutlaka gerçekleştireceğiz. Elbette biz bunun suhulet ve sükûnetle olmasını temenni ederiz. Ama bu yol tıkanır veya dinamitlenirse işte o zaman devletimizin kadife eldivene sarılı demir yumruğunu kullanmaktan da çekinmeyiz.”
“İş o raddeye varırsa yine bir gece ansızın gelebiliriz. Allah’ın izniyle bunu yapabilecek gücümüz, kapasitemiz ve kabiliyetimiz ziyadesiyle mevcuttur.”
Bu sözler; barış süreci başlatmak isteyen, barış sürecini kurabilmek ve yürütebilmek için gerekli güven iklimini yaratma sorumluluğu taşıyan bir iktidar iradesiyle uyumlu mu? Değil, elbette.
Sadece Cumhurbaşkanı’nda bu dil hakim değil. Baş danışmanından, gazetecisine kadar; iktidarla anılan pek çok çevre de “Yendik bitirdik, süreci lütfediyoruz” edası hakim. Onları dinlerken her tür siyasi görüşten insanın “O halde neden? Bu neyin barışı? Yenilenle barışılmaz, teslim alınır…” ve benzeri sözcükler kurduğuna eminim ama ispatlayamam…
***
Son bir aydır Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels’i bu denli çok hatırlamam tesadüf olmasa gerek. “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır” diyen Goebbels, günümüz Türkiye’sinde yaşasaydı sanırım bu sözü şöyle revize ederdi: “Bir yalan ne zaman gerçek olur biliyor musunuz? Onu söyleyenin de inanmasıyla.” Sosyal, yazılı ve görsel medya bu inanmışların sorumsuzluğu ile toplumu zehirlemeyi sürdürürken barışa toplum nasıl inanacak? Soran çok yok. Oysa toplumun inanmadığı ve arkasında durmadığı barış, barış olmaz.
Bakın, Kürt sokağı başlayan sürece temkinli ve kaygılı yüzbinlerle dolu. Akamete uğramış önceki süreçlerin acı, yaralayıcı, güvensizleştirici sonuçlarının bir benzerini yaşamak istemeyen yüzbinlerle dolu. Türk sokağı ise, ona söylendiği ve hâlâ dikte edildiği üzere “bitmiş bir sorun ve yenilmiş bir silahlı yapıyla” neyin barışının yapılacağının şaşkınlığını yaşayanlarla dolu.
“Ortada çözüm ya da açılım diye bir süreç yok” diyen Bahçeli’yi, “Kadife eldivene sarılı demir yumruğu kullanmaktan da çekinmeyiz… ya silahlarını gömerler ya da kendileri gömülürler” diyen Cumhurbaşkanı’nı ve bir de ana akımı dinleyince akıllardaki ilk soru şu oluyor: “O halde ortada ne var? Olan ne?” Sarf edilenler bir barış sürecini örmüyor, adeta tuhaf bir “belirsizlik çağını” örüyor gibi.
Hafta sonunda Diyarbakır’a gelmesi beklenen Cumhurbaşkanı, gerçek ve güvenilir bir barış süreci başlattıklarına dair açık ifadeler kullanmazsa akıllarda şu soru daha kalın çizgilerle belirir: Acaba iktidar içerideki değil, dışarıdaki bir iradeyle ve inanmadıkları bir sürece mi zorlanıyor?
Bu arada hatırlatmadan geçmeyeyim: İnsanlar da süreçler de isimleriyle yaşar, isimleriyle karakter bulur.
***
İktidar blokunun mutabık olduğu iki söylem var; birincisi bu sürecin bir çözüm ya da açılım süreci olmadığı, ikincisi ise o çokça gömülmesi istenen silahlara kaynaklık eden Kürt sorununun çözüldüğüne dair iddia…
Mesele yoksa çözüm de olmaz elbette, kendi içinde tutarlı bir durum. Ama gerçekçi mi? Değil!
Olsa olsa ortada Kürt meselesinin ne olduğu konusunda farklı görüşlerin varlığıdır o halde söz konusu olan. İktidar açısından çözülen her ne ise Kürtlerin önemli bir kısmı için o Kürt sorunu değil. Farkındalar mı bilmem ama, iktidarı bu süreci kurmaya zorlayan şey bile çözülmemiş o Kürt sorunu… Tam da bu noktada siyaset bilimci Cuma Çiçek’in Kürt sorununun ne olduğuna dair geçtiğimiz ay kaleme aldığı 5 boyutu hatırlatmak anlamlı olabilir. Çiçek ilgili yazısında pek çok Kürt’ün de mutabık kalabileceği Kürt meselesini özetle şöyle tarifliyor;
“Meselenin kök nedeni bir egemenlik meselesi. Osmanlı döneminde, özellikle 19. yüzyılda batılılaşma ve modernleşmenin getirdiği merkezileşme ile daha önce Osmanlı döneminde görece özerklikleri olan, işte Kürt hükümetleri ve Kürt mirlikleri dediğimiz yerel ölçekteki Kürt egemenliklerinin ortadan kaldırılması ve Osmanlı’nın doğrudan yönetiminin bütün Kürt coğrafyasında hâkim kılınmasıyla başladı. Bu, işin asıl kaynağında yer alır…
İkinci boyut olarak, cumhuriyetle beraber buna kimlik meselesi dahil oldu. 1923’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus devlet olarak inşa edildi ve bu ulus devlet, Türklük odaklı bir inşaydı ve Türk kimliği dışındaki ulusal kimliklere pek fazla alan bırakılmadı. Gayrimüslimler bu dönemde büyük oranda ayrımcılıkla yönetildi. Kürtler gibi Müslüman olan ama Türk olmayan toplumlar, Mesut Yeğen’in uzun çalışmalarıyla belgelendiği üzere, bir asimilasyon politikasıyla karşı karşıya kaldı…
Üçüncüsü, jeopolitik bir mesele. Kürtler, dört devletin topraklarında yaşıyor. Kürtlerin yaşadığı topraklar şu anda dört devletin siyasi egemenliği altında: Türkiye, İran, Irak ve Suriye.
Dördüncüsü, Türkiye bağlamında çok az tartışılan ama bence çok önemli bir boyut olan eşitsizlik meselesi. Kürt meselesi aynı zamanda bir bölgesel eşitsizlik meselesi, Kürtlerin mevcut kaynaklara nüfusları oranında erişememesi meselesi.
Bunların dışında iki boyuta daha vurgu yapayım. Bunlardan biri, Kürt meselesinin öncelikle bir demokrasi meselesi olduğu…
Beşincisi ve son olarak, yine diğer tümünün toplamı olarak da ifade edebileceğimiz bir haysiyet ve onur meselesi.”
Şimdi Çiçek’in tariflediği çerçeve üç aşağı beş yukarı meselenin özeti aslında. Bu özetten yola çıkarsak iktidarın iddia ettiği gibi çözülmüş bir Kürt meselesine mi ulaşırsınız, yoksa çözülmemiş bir meselenin Ortadoğu’daki altüst oluşla ilişkisine mi? Yoksa bugün Türkiye’nin çözmek zorunda olduğu ama çözdüğüne inandırmak istediği meseleye mi?
Elbette bugünün Ortadoğu’sundaki alt üst oluşla ilişkili, etkileyen, etkilenen, genişleyen ve Türkiye’nin çözmek zorunda olduğu Kürt meselesine ulaşırsınız!
“Silahlara veda ama nasıl’ı da haftaya bırakalım…