Kissinger’a atfedilen, “Ortadoğu’da Mısırsız barış Suriyesiz savaş olmaz” sözü İsrail kurulduğundan bu yana edilmiş en doğru söz iken, İbn-i Haldun’a atfedilen “Coğrafya kaderdir” sözü de, Dünya kurulduğundan bu yana, birbirleriyle beraber yaşamak zorunda olan halkların, bir yolunu bularak ve bir ortak nokta yakalayarak ancak beraber yaşayabileceklerini ifade eden en hikmetli söz.
Cumhuriyet’in kurucu lideri, yüzünü “muasır medeniyet”e, “Batı”ya, dönüp kaderi olan coğrafyasının “Doğu”su ile gerek kuruluş aşamasında gerek kurulduktan sonra mümkün olduğunca az muhatap olarak kaderinden kaçmaya çalışmışsa da, kader hep kapısını çaldı kurduğu devletin. Amasya Protokolleriyle vatanı, Kürtlerle Türklerin birlikte yaşadıkları yer olarak tanımlayan Mustafa Kemal, Kürt ağa ve beyleriyle temaslarının önemli çıktılarından olan Erzurum ve Sivas Kongreleri’yle en çok ihtiyaç duyduğu mutabakatı sağlayarak başarıyı yakaladı.
Mustafa Kemal’in özel ilgisine mazhar olan, ama anavatana katılımını görmeye ömrünün vefa etmediği, görece az Kürt nüfus barındırdığı için “Doğu” itibar edilmemiş olan Hatay’ı saymazsak, Ankara’nın gerek Musul’dan ve gerekse de Ankara Anlaşmasıyla Suriye sınırları içinde kalan Kürtdağlı’lardan vaz geçmesi biraz da o bölgelerdeki ağırlıklı nüfus yapısıyla ilgilidir. Yeni devleti Türk devleti olarak tasarlayan kurucu elitin, daha fazlasını absorbe etmekte zorlanacakları Kürt nüfusu, makul sayıda tutma ihtiyacı gözettikleri anlaşılıyor.
Bu tarihi perspektiften güncele gelelim. 2013-15 arası yaşanan Çözüm Süreci’nin, Arap Baharı etkisiyle Suriye’de merkezi hükumetin dağılması halinde, Kuzey’de blok halinde yaşayan Kürtler’in bir statüye kavuşmaları olasılığının Türkiye Kürtleri’ne etkilerinden korunma tedbiri olarak hayata geçirildiğini ifade etmiştik. Suriye iç savaşının kendine has konjonktürü Türkiye’nin beklentilerine uygun gelişmeyince, Süreç buzdolabına kaldırılmıştı.
Ekim 2024’te Bahçeli tarafından ilan edilen yeni Süreç’in de, Gazze savaşıyla Ortadoğu denkleminden çıkan İran’ın ve müttefiklerinin yokluğunda ve de İsrail’in etkisiyle Suriye’de oluşacak iktidar değişikliğinin, Kürtler için, SDG eliyle kullandıkları statülerini resmileştirecekleri bir imkana dönüşmesini engellemek olduğu anlaşılıyor.
Gazze savaşı ilerleyip işin rengi belli olmaya başladığından bu yana el altından, Ekim 2024’te resmi ilanı yapıldıktan sonra ise kamuoyu bilgisi dahilinde yürütülen İmralı/Kandil görüşmelerinin bu süreci yönetmek için yapıldığı anlaşılıyor. KDP, YNK, Kandil ve PKK Avrupa kanadı ile yapılan görüşmelerin sonunda, beklenen Öcalan mektubu 27 Şubat’ta okundu.
Bu yazının konusu, mektubun içeriğinden çok mektupta sözü edilen “silah bırakma”nın muhataplarıyla ilgili olduğu için, diğer konular burada ele alınmamıştır.
Amacımız, Suriye’nin Lazkiye,Tartus, Banyas bölgelerinde yaşanan ve bir taraftan Alevileri cezalandıran diğer taraftan da Kürtler’e silah bırakmanın sonuçlarını gösteren Alevi katliamı bağlamında, “tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir” cümlesindeki kasdi muğlaklığı anlamak olacaktır.
PKK, 2015-16 hendek-barikat felaketinden bu yana, Mersin Mezitli Polisevi, İçişleri Bakanlığı ve Tusaş saldırısı gibi sembolik bir kaç intihar saldırısı dışında Türkiye’de neredeyse hiç eylem yapmıyordu. Yani Türkiye’de silah bırakmıştı zaten. Güvenlik güçleri ile çatışmalar Irak Kürdistanı kırsalında oluyor ve ölüm haberleri sınırötesinden geliyordu. PJAK’a gelince, İran’da 2011’den bu yana eylemsizlik kararı almıştı, yani İran’a dönük de zaten silah bırakılmıştı. Mektup’ta sözü edilen silah bırakma çağrısı, anlaşılan, doğrudan PKK ana karargahının bulunduğu Kandil’e yapılmış, Suriye ise bilerek muğlak bırakılmıştı.
Mektup okunduktan sonra, İmralı Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder, silah bırakmanın YPG’yi de kapsadığını, Öcalan’ın “tüm gruplar”a bu çağrıyı yaptığını ve konuyla ilgili olarak Pervin Buldan’la Rojava’ya gideceklerini açıklarken, gerek Salih Müslim, gerek Mazlum Abdi gerekse de DEM Eşbaşkanları, çağrının Rojava’yı kapsamadığı açıkladılar.
Yeni Suriye’yi kurmak üzere topladığı Ulusal Konferans’a Kürtleri davet etmeyen ve Türkiye’nin de yönlendirmesi ile yeni Suriye’yi bir Arap Cumhuriyeti olarak kurgulayan HTŞ’nin, büyük ölçüde silahlarını bırakmış Aleviler’e dönük aylardır sürdürdüğü sistematik sindirme operasyonları katliamla sonuçlanmışken; Dürziler, belki biraz da İsrail’in korkusu nedeniyle HTŞ’nin elini uzatamadığı yerde olmanın avantajıyla fiili özerklik ilan etmişken; yıllardır Türkiye’nin tehditlerine, askeri operasyonlarına ve Suriye’deki vekil güçlerinin saldırılarına maruz kalan SDG’den silahlarını bırakmasının istenmesi, belli ki, SDG açısından şimdilik çok da gerçekçi görünmüyor.
Tekrar konuya dönecek olursak, silah bırakmanın kapsamı konusundaki muğlaklık anlaşılan sürecin sahibi Bahçeli’yi kızdırmış olmalı ki, hasta yatağından bugün yaptığı çağrı ile kapsamın sınırlarını çizip noktayı koydu:
“27 Şubat İmralı çağrısı PKK terör örgütüyle birlikte diğer bütün uzantı ve grupları açıkça bağlamaktadır. YPG’nin ve buna benzer terörist oluşumların anılan çağrıdan muaf ve istisna olduklarını iddia etmeleri, çatlak ses çıkaranların bu mesnetsiz görüşü bir plan dahilinde paylaşmaları örgütsel ve kurucu önderliğin doğasıyla tamamıyla çelişkilidir.
Terör örgütünü kuran feshini istemiştir.”
Süreç, eğer öngördüğümüz gibi, Suriye’deki Kürt oluşumundan, özerklik veya federasyon gibi taleplerini geri çekip Suriye Arap Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlanmaktan fazlasını istememelerini ve bir takım kültürel haklarla yetinmelerini sağlamak için başlatıldıysa, Bahçeli bu ikazında kendisi açısından haklıydı. Ama 10 yıldır belirli bir bölgeyi tüm çeşitliliği ile yönetme deneyimini görece başarılı ortaya koyan SDG’den, kuvvetli ve inandırıcı garantiler sağlanmadan silahlarını bırakmasını istemek şimdilik çok gerçekçi görünmüyor.
Türkiye, tıpkı Yunanistan ve Bulgaristan’la olduğu gibi, 1921’de kesinleştirdiği Sovyet sınırıyla (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan),“Batı”yla meselesini halletmiş, 400 yıldır değişmeyen sınırıyla İran’ı saymazsak, 102 yıl önce sırtını çevirdiği ama coğrafyasının kader ortağı yaptığı “Doğu”suyla adil ve kalıcı beraberliği ise bir türlü yakalayamamış. Şimdi ya kader ortaklığının gerektirdiği biraradalığı adaletli bir çözümle sağlayacak, ya da adaletsiz dayatmalarla çözümü ileriki nesillere bırakarak yine sırtını “Doğusu”na dönecek.
Kissinger’a nazire yapacak olursak, Ortadoğu’da Suriyesiz barış olmaz.