Rusya’nın Ukrayna dolayısıyla askeri güçlerini büyük ölçüde Suriye’den çektiği günlerde, İsrail-Hizbullah ateşkesini müteakip İdlib’teki HTŞ güçlerinin ve kısmen SMO bileşenlerinin kısa sürede Haleb’i almaları, Türkiye’nin açıkça desteklediği SMO’nun da PYD yönetimindeki Tel Rıfat’ı alması, Trump iktidarında Suriye gündeme geldiğinde, tarafların, yarattıkları fiili durumun avantajından istifade etme aceleciliği olarak değerlendirilebilir.
Sürecin ana aktörü selefi HTŞ örgütüdür. Kral Faysal’ın katlinden sonra ve özellikle Kabe baskınından sonra tüm politik iddialarından vazgeçerek dini yaşamı folklorik ögelere indiren Suud selefiliği bütün şekilsel iddialarından vazgeçerek anavatanında bile kendini revize etmişken, Selefi HTŞ’nin de kendini revize etmesi kaçınılmazdı. Özellikle iktidara yakın İslamcı(!) çevreler tarafından, El Kaide’den ayrılıp HTŞ adıyla sahneye çıktığından bu yana, sivil insanların gündelik yaşamlarındaki dini pratiklerine müdahale etmemesi medenileştiğine dair karine diye gösterilen ve İsrail’e karşı Suudvari körlüğü görünmez kılınmak istenen HTŞ, meşru Sünni muhalif örgüt olarak yeniden imal edilmek istenmektedir. Esasında, hali hazırda Ürdün’ün, Mısır’ın, Suud’un ya da BAE’nin işlemekte oldukları zulümleri ya da geçmişte Saddam’ın yapmış olduklarını Sünni zulmü diye nitelemeyip söz konusu Suriye olunca Alevi Nusayri zulmü diye kodlayan bu çevreler, bölgede mezhep temelli ayrışmayı kaşıyarak zulme karşı tek yürek olmanın önüne tarihi barikatlar kurarak HTŞ politik ajandasını millileştiriyorlar bir taraftan. Bu da en çok siyonizmin ve işbirlikçisi rejimlerin işine yarıyor ve en büyük bedeli de bölgenin ezilen halkları ödüyor.
Suriye’yi özgürleştirme iddiasındaki bir örgüt olarak HTŞ, Golanlı bir şef tarafından yönetiliyor ama Suriye’nin en temel milli kavgası olan, 67’den bu yana İsrail işgali altındaki Golan’ın özgürleştirilmesine dair kanaat belirtmeyerek ABD ve dolayısıyla İsrail’e husumet de izhar etmiyor. HTŞ’nin, muhtemelen bölge ülkelerinden iyi bir diplomatik destek alınarak yapılmış bir “medenileşmiş makbul Sünni muhalif” imaj çalışması olarak PYD’ye ve Rusya’ya gönderdiği iki mektup son derece dikkat çekicidir. Bu mektuplar vasıtasıyla, Haleb’in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinde yaşayan Kürtlerin yeni hamisi olarak, PYD’den Fırat’ın Doğu’suna çekilmesini istemekle ABD’ye; Ukrayna savaşında taraf olmadıklarını ve Suriye’nin geleceğinde beraber çalışma isteğinde bulunduklarını ifade ederek de Rusya’ya sıcak mesajlar vermeye özen gösterdikleri anlaşılıyor. Mamahif süreç içinde, Türkiye’nin de etkisiyle, SDG bölgesinde yaşayan Arap aşiretlerinin Kuzeydoğu Suriye birliğindeki durumlarıyla ilgili HTŞ’nin neler yapacağı konusu bir bahs-i diğerdir.
İsrail, 7 Ekim öncesi ve sonrası Suriye sahasında defalarca İran hedeflerini vurarak, İran’ın iki önemli müttefiği Hamas ve Hizbullah’ı tam olarak yenememiş olsa da çok ağır yaralayarak, kendi ülkesinde doğrudan defalarca hedef olsa da ve ülke olarak UAD’da yargılansa, UCM’de başbakanı hakkında tutuklama kararı çıksa da, günün sonunda askeri olarak yenilmemiş ülke olarak yeni askeri hedefini Suriye ve İran diye açıkladı. İran’a ulaşabilir mi bilinmez ama bu sefer direniş cephesinin en kilit halkası olan Suriye’yi zincirden koparma konusunda kararlı görünüyor.
Suriye iki açıdan bu zincirin en önemli halkasıdır. Bir, 1967’den bu yana, BM tarafından da açıkça Suriye toprağı olarak ilan edilen Golan tepeleri İsrail işgali hatta ilhakı altındadır. Yani İsrail’in komşu Arap devletlerinden toprağına el koyup da vermediği tek ülke, Suriyedir. Dolayısıyla, ebedi iki düşmanlar olarak Suriye ile İsrail’in husumeti soyut bir milliyetçilik meselesi değil somut bir toprak meselesidir. İsrail Golan’ı vermediği sürece, Suriye’nin diğer Arap devletleri gibi İsrail’le barış yapması mümkün değildir. İkincisi de, doğrudan İsrail’e gücü yetmeyen, böyle olduğu için kendi topraklarına defalarca saldıran İsrail’e en ufak cevap veremeyen Suriye, gerek Filistinli direniş gruplarını silahlandırarak gerekse de İsrail’e komşu olan Lübnan üzerinden Hizbullah’ı silahlandırarak İsrail’le olan savaşını endirek olarak yürütmektedir. Vekaletler savaşı dedikleri tam da budur.
Suriye ile meselesi olan tek ülke İsrail değildir. Aynı zamanda Türkiye’nin de; Kürt dostu olduğundan değil ama Hatay üzerindeki hak iddiası nedeniyle uzun yıllar Öcalan’a ev sahipliği yapan; Arap Baharı sürecinde de, Türkiye’nin Selefi gruplara verdiği desteğe mukabele ederek PYD’ye kısmen alan açan Suriye ile meselesi vardır.
İsrail’in Hamas-Hizbullah savaşında askeri sahayı lehine çevirmeye başlamasıyla yönünü doğrudan Suriye’ye çevireceği netlik kazandığından itibaren Türkiye Esad’la görüşme yollarını açıktan aramaya başlamıştı. Suriye’ye dönük olası İsrail müdahalesiyle açığa çıkacak güç boşluğunu PYD kendi lehine çevirmesin diye, ya Esad’ı ikna ederek yanına çekebilirdi ya da Bahçeli çağrısıyla Öcalan’ı devreye sokarak az rahatsız olacağı şekle getirebilirim diye düşündü. Esad, Suriye’deki askeri varlığına son vermedikçe Türkiye’nin çağrısına olumlu cevap vermeyeceğini söyledi ve muhtemelen Öcalan ile yürütülen pazarlık süreci de uzadı. Son altı gündür yaşananlar, yani İdlib üzerinden Halep müdahalesi, üç kritik olayın adeta bir bileşkesi gibi geldi. Esad randövüsünün gelmemesi, Öcalan sürecinin uzaması ve İsrail’in Suriye’yi doğrudan hedefe koyduğunun ilanı, farklı başkentlerde aynı tepkiyi tetikledi; eğer zamanlama manidar değilse.
Üç kritik olayın bileşkesinin üç başkentte farklı beklentileri dört başkentte ise aynı kaygıları doğuracağını ön görebiliriz.
Tel Aviv, Direniş Ekseni’nin en kritik ülkesinde ebedi iktidar değişikliği beklemektedir ve gelmesi muhtemel iktidarın İsrail’e dönük hasmane tavrına dair hiç bir kaygısı da yoktur.
Ankara, mümkünse Fırat’ın Batı’sındaki, Menbic’teki, SDG iktidarına son vermek, Fırat’ın Doğu’sunda ise, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı ile kontrol ettiğine benzer bir konjonktür yaratarak 30 km lik tampon bölge ile pozisyonunu taçlandırmak ve Fırat’ın Doğu’sundaki SDG bölgesinde Arap aşiretleri birlikten koparmak istemektedir.
Washington, sonuç itibarıyla İsrail’in güvenliğini tehdit edecek bir imada dahi bulunmayan olası değişiklikten rahatsız olmayacaktır. Fırat’ın Doğu’sundaki SDG varlığına dair ise muhataplarını ikna edeceğini düşünmektedir
Moskova, Akdeniz’de üslerine ev sahipliği yapan önemli müttefiğini kaybedecektir. Tahran, yaklaşık 40 yıldır inşa etmeye çalıştığı Direniş Ekseni siyasetini eski kodlarla devam ettiremeyecek, ya değişiklik yapacak ya terk edecektir. Şam, gelmesi muhtemel yeni iktidarla Golan Tepeleri davasını unutacak, dolayısıyla Filistin davası gündeminden düşecek, toprak bütünlüğünü sağlamada zora girecektir. Beyrut ise İsviçre gibi suni bir devlet olarak ve İsviçre’den farklı olarak fuzuliye çıkmış bir devlet olarak varlığını sürdürmede ciddi zorluklarla karşı karşıya kalacaktır.
Bugünün ekranımıza düşürdüğü görüntüsü budur, ama netice itibarıyla Ortadoğu’dan bahsediyoruz ve hesaplar ve olasılıklar her an yeniden yapılıyor.