Kürt meselesine dair yeni bir çözüm süreci mi başlıyor sorularını sorduğumuz bugünlerde gözler siyasetteki gelişmelerde.
Süreç başladı mı, başlayacak mı derken öne CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne, birkaç gün sonra ise DEM Partili Mardin, Batman ve Halfeti’ye belediyelerine kayyım attandı. Siyasette ikili bir süreç mi yaşanıyor sorusunu DEM Parti Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel’e sorduk.
Kürt meselesine dair yeni bir süreç mi yaşanacak sorularını sormaya başlamıştık. Başta iktidar ve ana muhalefet partisi olmak üzere diğer partiler süreci hem iyimser hem de çekingen değerlendiriyorlardı. 31 Ekim’de CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne bir kayyım atandı. 4 Kasım’da Mardin, Batman ve Halfeti’ye kayyım atandı. Değerlendirmeniz nedir? İkili bir siyaset mi yürütülüyor?
Şimdi, biz tabii bu tartışmalar başlayınca yeni bir sürecin, yeni bir dönemin başladığını söylemedik. Belki de bunun böyle olmadığını en iyi bilen, en iyi tahlil eden biziz; DEM Parti’dir. Çünkü DEM Parti, bu süreçlerin tümünden süzülerek gelen bir siyasi geleneğe sahiptir. Bu yüzden Bahçeli’nin ve diğer aktörlerin değerlendirmeleri, kendi başına bir dönem, bir süreç veya her şeyin iyiye gideceğine dair bir değerlendirme olarak ele alınmadı DEM Parti cephesinde. Ancak bu değerlendirmeler, bu çağrılar, bu konuşmalar, Türkiye’nin tarihi ve siyasi tarihi içerisinde Kürt sorununa çok güçlü vurgu yapacak işaretler taşıyordu. Örneğin, Bahçeli’nin DEM Parti ile el sıkışması, siyasi ölçülere göre önemle ele alınması gereken bir yaklaşımdı. Ama çok aşırı anlamlar yüklenecek bir girişim değil; yani bunun ne anlama geldiğini tahlil etmek elbette birçok analistin işi, tabii birçok siyasi partinin de gündemine girdi.
Bakın, Kürt sorunu diye bir sorun var bu ülkede. Kürtlerin, kendi haklarıyla, hukuklarıyla, varlıklarıyla kendi yaşamlarını sürdürme sorunu var bu ülkede. Yani hiç kimse, işte Kürtçe televizyon birkaç saat yayın yapıyor ya da Kürtler kendi dillerini konuşabiliyor diye Kürt sorununun çözüldüğünü iddia edemez. Dolayısıyla Kürt sorununun ortaya çıkardığı, Kürt sorununun sebep olduğu, Kürt sorununun esasen merkezinde olduğu bir çatışma var bu ülkede. Yaklaşık 40 yıldır süren, büyük acılara sebep olan ve dolayısıyla Kürtlerin varlığının kabul edilmemesi, tanınmaması sebebiyle yaşanmış büyük acılar var ve bu sürüyor. Yine siyaseten Kürtlerin siyasi statüsünün tanınma sorunu var. Şimdi bu atmosferde, Devlet Bahçeli gibi bir siyasetçinin ya da bir aktörün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı çağrı şüphesiz değerlendirilmeye ve analiz edilmeye değer. Fakat bu analiz ve değerlendirme, salt bu açıklamalarla beraber her şey iyiye gidecek, her şey çözülecek minvalinde aşırı iyimser, aşırı pozitif ele alınamaz. Yani siyaset bilimi bu değerlendirmeleri ele alır, değerlendirir, ortaya çıkaracağı sonuçları tahmin eder ve dolayısıyla pozisyonu ona göre alır. DEM Parti böyle yapmıştır.
Siz bir Kürt sorunu var diyorsunuz. Devlet Bahçeli “Kürt sorunu yoktur” diyor ve ekliyor, “PKK lideri Abdullah Öcalan’ın tecriti kaldırılsın, DEM Parti Grup Toplantısı’nda silahlarını tek taraflı bıraktığını ilan etsin ve umut hakkından yararlansın”. Ardından da “sözümün arkasındayım ve teklifimde ısrarcıyım” diyor. Bahçeli’nin “teklifimin arkasında ve ısrarcıyım” demesi bu tartışmaların devam edeceği anlamına mı geliyor?
Şimdi, bir kere MHP’nin ve MHP’ye benzer siyasi anlayışların Türkiye’de “Kürt kardeşlerimiz” deme noktasına gelmesi önemlidir. Bu noktaya gelmeleri kolay olmadı. “Herkes Türk’tür, Türkiye’de yaşayan bütün insanlar Türk’tür ve Türk olmak zorundadır” siyasetinden, “Kürt kardeşlerim ayrıdır, şu siyasi anlayış ayrıdır ya da işte Kürt kardeşlerimiz ayrıdır, PKK meselesi sorunu ayrıdır” demesi, şüphesiz bu meseleyi tam anlamıyla tanımlama halinde olmadığını gösteriyor. Yani bunlar, iç içe geçmiş, birbirlerinin sonucu olarak ortaya çıkmış olgulardır. Kürt sorunu olmasaydı, Kürt inkarı olmasaydı, Kürtlerin varlığı bu ülkede inkar edilmeseydi, Kürtler Kürtlüklerinden dolayı işkenceden geçirilmeseydi, katliamlara uğramasaydı, bu ülkede bu kadar acı çekilir miydi? PKK’nin ortaya çıkma koşulları – yani kendi programından bugünkü seyrine kadar – hep bu sorunlar üzerinedir. Dolayısıyla eğer problemin tümü çözülecekse, sorun tümüyle çözülecekse meseleyi komple ele almak gerekiyor. Yani “Kürt sorunu yoktur ama Kürt kardeşlerimi kucaklıyorum, seviyorum.” Peki niye buna ihtiyaç duyuyoruz? Çünkü bir sorun var. Ötelenen, ayrı görülen, kültürel-siyasal-toplumsal talepleri ötelenen, hatta yok sayılan bir hak ve halktan bahsediyoruz. Bu halk Türkiye’deki nüfusun üçte biridir. Dolayısıyla, şimdi böyle ele alıyor iken değerlendirmeye getirip yine işte “şuna evet, buna hayır; bununla görüşürüm, bunu yok ederim; şunu muhatap alırım, diğerini bilmem tasfiye ederim, DEM’e parmak sallarım” gibi değerlendirmeler, yaklaşımlar yaklaşık 40 yıldır deneniyor. Bütün iktidarlar tarafından denendi. Çözüm getirmiyor; keşke getirse. Yani düşünün, Kürt sorunu çözülür ve bu savaş, bu kavga, bu acılar biterse varsın DEM Parti diye bir parti olmasın; partiler araçtır, amaç değildir. “DEM Parti’yi, muhalefeti, şunu bunu hedefleyeceğim; yok edeceğim ama Kürt sorununu da kendi tanımına, kendi tarihsel gerçekliğine göre ele almayıp Kürt kardeşlerim diye geçiştirerek çözeceğim.” Gerçek değil bu. Bu söylemin toplumsal, tarihsel, siyasal bir zemini yok. Çok kullanıldı bu sözler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da “muhatabımız Kürt kardeşlerimizdir” dedi.
Neyin muhatabı mesela? Ben sormak istiyorum kendisine. “Muhatabımız Kürt kardeşlerimizdir” dediği şey ne? Kürtler Mardin’de Ahmet Türk’ü seçti, Devrim Demir’i seçti; kayyım atandı. Batman’da cinler mi Gülistan Sönük ve diğer eş başkanımızı seçti? Kürtler seçti. Muhatabınız Kürt kardeşleriniz ise demek ki muhataplığı böyle kuracaksınız: Kayyım atayarak, iradelerine el koyarak, seçme ve seçilme haklarını tanımayarak. Birbirini tutmayan değerlendirmeler ile toplum, karmaşık bir söylem düzlemine çekilmeye çalışılıyor. Sorunun kendisi ve tanımlanması muğlaklaştırılıyor. Bunun aşılması gerekiyor. Nasıl aşılır bu?
Bizim kıymet verdiğimiz bir yönü var Bahçeli’nin çağrısının; gerçekten değerli bir yönü var bu çağrının. Bahçeli diyor ki: “İmralı’da tecrit var, tecridin kalkması lazım” ama şarta bağlıyor. “Tecrit var” tespiti önemlidir, “sorunun muhatabı İmralı’dadır” diyor. Bahçeli kendince sorunu PKK sorunu olarak tanımlıyor ki bu, komple Kürt sorunuyla iç içe geçmiş bir meseledir. Sorunun çözümü ve muhataplığının Öcalan’da olduğunu söylüyor; bu da önemli bir tespittir. Yine Bahçeli, siyasette uzlaşma söylemlerini kullanıyor; bu önemlidir. Problemleri, sorunları tanımlarken birbirine güvenmek gerektiği, birbirine karşı açık ve samimi olma söylemleri var. Dolayısıyla samimiyet kurularak problemler çözülebilir, küçük küçük adımlar atılarak sorunlar gerçek anlamda çözüme kavuşturulabilir. Buna katılıyoruz. Zaten buna katıldığımızı söyledik, ama şuna katılmıyoruz: Bu ülkede bir Kürt sorunu var, bu ülkede Kürtlerin ayrı bir toplumsal, kültürel yani kendine has bir varlığı var. Dolayısıyla bu ülkenin içerisinde bu sorun çözülecek ise -ki doğru olanı budur- Türkiye’nin demokratikleşmesi gerekmektedir. Demokratikleşerek kendi içerisindeki dinamikleri, halkları, farklılıkları tanımlayarak kabul ederek yepyeni bir ülke tahayyülüne geçebiliriz. Biz buna “Demokratik Cumhuriyet” diyoruz. Kürt’ün, Ermeni’nin, Türk’ün, kadının, gencin, Alevi’nin, Sünni’nin birlikte renkli bir bahçede yaşadığı bir ülke hayal ediyor DEM Parti. Böyle bir ülkeye ihtiyaç var, toplumun tamamı böyle bir ülkeyi istiyor. Şimdi eğer çözüm olacaksa anayasa buna hizmet etmeli, siyasi diyalog buna hizmet etmeli. Öcalan’dan tutalım diğer bütün dinamikler, aktörler, muhataplar böyle tanımlanmalı. DEM Parti’den beklentiler var ise onurlu ve eşit bir ilişki kurularak bu diyalog geliştirilmeli. Bir elde küçücük bir çiçek, bir gül; diğer elde kocaman bir baltayla diyalog kurulamaz. Bunu denediler, bu ülke gerçekten 45 yıldır bunu yaşıyor ve hep sonuçlar aynı oldu. Acılar katlanarak büyüdü, Kürtler daha büyük acılar çekti, Türkiye büyük kayba uğradı.
Ortadoğu’da Türkiye’nin bir güç haline gelmemesinin temel nedeni Kürt sorununu çözememiş olmasıdır. Türkiye, Kürt sorununu çözememekten dolayı dışarıdaki güçlere bağımlı, dışarıya karşı tavizkar durumdadır. Düşünün, taviz alması gereken bir ülke, Kürt sorununda PKK’ye karşı yürüttüğü mücadelede başarılı olma kaygısıyla yüzlerce defa hiç olmadık güçlere taviz vermiştir; neredeyse Ortadoğu’da Kürtler Suriye’de bir statü sahibi olmasın diye en değme insanlık dışı güçleri desteklemiştir yer yer. İşte diyelim ki cihatçı gruplar var, yine Irak Federal Kürdistan Bölgesi’ndeki girişimler… Türkiye bunları tercih edeceğine Kürtlerle büyümeyi tercih eder, Kürtlerle yol almayı tercih eder ve içte tam demokratik bir ülke perspektifi taşırsa, muhtemelen en fazla DEM Parti, DEM Parti’nin yöneticileri ve en önemlisi de Öcalan’ın buna yönelik projeleri vardır.
Söylediğinizden iktidarın “Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır” dediği çıkıyor. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü, PKK sorununu ortadan kaldıracak koşulları yaratır mı? Buna zemin hazırlar mı? Devletin/iktidarın sorun olarak gördüğünü çözmeye çalışması, Kürt sorununu çözer mi?
Bir sorun tanımlandığında ve amaç sorunu çözmek ise bütün araçlar devreye girmeli, çözüm için devreye girmelidir. Yani şöyle bir şey yok; sorunu kendine göre tanımlamak, sorunu kendine göre çözmeye çalışmak ama sorunun ortaya çıkardığı sonuçları görmezden gelmek, muhatap almamak. Böyle bir metot öncelikli olarak bilimsel değil. Böyle yöntemler denenmiş, her yerde denenmiştir. Mesela dünya örneklerinde çatışmalar ve çatışmalı süreçlerin önlenmesi ve çözüme evrilmesine dönük çok büyük deneyimler var. Bunu hepimiz biliyoruz. Dünya örnekleri var; benzer sorunlar yaşayan ülkelerde hâlâ görüşmeler sürüyor. Ama muhatabı tanımlayarak, muhatabın kim olduğunu kamuoyuyla şeffaf bir şekilde paylaşarak, muhatapla kurulacak diyalogla ilişkinin koşulları ve zemini oluşturularak sorunun çözümüne başlanır.
Böylesi tartışmaların bir amacı da şüphesiz karşı tarafı zayıflatma, karşı tarafın bütün direncini kırmaya dönük bütün argümanları devreye sokmaktır; bu gerçekten tehlikelidir. Nasıl tehlikeli? Bir kere kayyımların atanması meselesi. Beklentimiz şuydu: Öcalan ile görüşmeler yapılsın, Öcalan’a ziyaretler yapılsın, kendi çözüm perspektifini toplumsal dinamiklerle paylaşacak koşullar ve olanaklar yaratılsın. Dolayısıyla herkesin güven oluşturabileceği, herkesin umut taşıyabileceği kadar şeffaf, sade bir tartışma zemini oluşsun. Buna muhalefet dahil olmalıdır, toplumsal dinamikler dahil olmalıdır, buna iktidar odakları dahil olmalıdır ve toplum dahil olmalıdır gibi bir beklenti içindeydik.
Şimdi bakın, kayyım atama pratikleri iki ihtimal taşıyor. Bu söylenenlerin tümünün aslında bu uygulamaları barındıran bir plan olduğu, yani bu pratiklerin de mevcut oluşturmaya çalıştıkları planın parçası olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Bu çok tehlikeli olur. Siz bir daha insanları çözüme ve çözüm umuduna inandıramazsınız. Bu, derin bir güvensizlik, derin bir şüphe, derin bir kuşku yaratır. Kuşku da kendisiyle beraber tabii ki demokratik bir tepkiyi, demokratik bir öfkeyi, gerilimi yaratır. Bugün Bahçeli’nin söylem bütünlüğü içerisinde konuşmalarını değerlendirirsek, DEM Parti’ye, demokratik siyasete, Kürtlerin iradesinin vuku bulma haline dair değerlendirmeleri kayyım uygulamalarına yadsımıyor. Kayyım uygulamalarına adeta alan açıyor.
Diğer ihtimale gelirsem, eğer bir güç gerçekten çözümden yana ise, samimi bir çözümden yana ise ve çözümün artık ertelenemeyeceğine dair bir ikna halindeyse kayyımları kim yapıyor? Bu pratikler kime ait? Çıkıp bu konuda hem topluma hem DEM Parti’ye hem de Kürt halkına bir çift söz söylemeleri lazım. Öyle laf cambazlığıyla olmaz. İşte iktidar temsilcisi çıkıyor, diyor ki: “Siz kayyım diyorsunuz, biz geçici görevlendirme yapıyoruz” demekle olmaz.
Sürece müdahale mi edildiğini düşünüyorsunuz? Devlet Bahçeli sözlerimin arkasındayım dedi.
Tutarsız. Diğer taraftan DEM Parti’ye parmak sallıyor.
Devlet Bahçeli sizlere yönelik de “DEM Parti de kararını derhal netleştirmeli” ifadesini kullandı.
Bahçeli’nin “DEM Parti derhal kararını vermelidir” ifadesinden kasıt, DEM Parti illa bizim istediğimiz çizgiye gelecek, bize göre siyaset yapacak, bizim iktidarımızı sağlamlaştıracak politikalara yamanacak ise böyle bir şey olmaz. DEM Parti, bütün baskılara rağmen, iki eş başkanımız başta olmak üzere yüzlerce yöneticimiz içeride, sürgünde… Bu olmaz. Ama DEM Parti bu konudaki iradesini defalarca ortaya koydu. Biz çözümden yanayız, biz başta İmralı’da görüşmeler olmak üzere bütün muhataplar ile hem kolaylaştırıcı diyalog hem de bu sürecin nihayete erdirilmesi için üzerimize düşen her görevi, her sorumluluğu — topluma karşı olan bu görevimizi — yerine getireceğiz. Yeter ki sorunlar bitsin, acılar son bulsun. Buna rağmen bugünkü değerlendirmeleri; “bizim istediğimiz biçimde siyaset yapacaksınız, bizim iktidarımızı pekiştirecek tarafta yer alacaksınız” şeklinde ise bu olmaz. Bu, ilkeli ve çözüm perspektifli bir yaklaşım olmaz.
Ben şunu demiyorum; yani birileri iyi niyetlidir, sorunu çözmeye çalışıyor, birileri bozuyor. Devlet mekanizması, iktidar mekanizması bir bütündür. Eğer kendi mekanizmalarına hakim değilse zaten çözüm geliştirecek iradeye de sahip değildir demek. Eğer planlamalarının bir ayağı da kayyım atamak, baskı kurmak ve dolayısıyla DEM Parti’yi istedikleri çizgiye getirmek ise bu tutmaz. DEM Parti bu noktaya gelse bile, DEM Parti’yi ayakta tutan milyonlar buna icazet vermez. İcazet veremez, çünkü bu halk çözüm istiyor; halk ölümlerin bitmesini istiyor; halk, onlarca yıldır sürdürülen bu çatışmayı besleyen politikaların bitmesini istiyor. Halk bunu istediği için DEM Parti bunu kendi programına, planlamasına dönüştürüyor. DEM Parti bu konuda varsın bütün varlığıyla bu sorun çözülsün ama DEM Parti diye bir şey kalmasın, yeter ki sorun çözülsün, diyor. Mesele DEM Parti’yi tasfiye etmek ise DEM Parti’yi tasfiye ederseniz de sorunları çözemezsiniz, bitiremezsiniz; konu bu kadar nettir. Bizim tutumumuz nettir: çözümden ve gerçek, samimi bir yaklaşımdan yanadır.
2013-2015 tarihleri arasında Barış Süreci süreci yaşandı. O dönemde aktif rol alanlar ile bugün aktif rol alanlar arasında farklar var. MHP yürütülen Barış Süreci’ne muhalefet ediyordu. CHP daha temkinli davranan bir pozisyonda idi. Şimdi ise siyaseten herkes daha “cesaretlendirici” söylemler kullanılıyor. 2013-2015 süreci ile bugün yaşananları karşılaştırdığınızda nasıl bir değerlendirmede bulunursunuz? Bugün muhalefetin pozisyonunu ne anlama geliyor?
2013’ten başlayıp 2015 yıl sonuna doğru biten, daha doğrusu bitirilen o görüşmeler silsilesi… Dönemin başbakanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe Mutabakatı ile tavrını keskin bir şekilde ortaya koyarak “Çözüm Süreci’ni dondurucuya koyuyorum ve donduruyorum” dedi. Şimdi o dönemin karakteri şöyleydi: Ortadoğu’da gelişen karmaşık Arap Baharı süreci vardı, Kürt sorununa dair çok ciddi tartışmalar hem Suriye’de hem Irak’ta hem Türkiye’de yaşanıyordu. İktidar da kendi içerisinde, belki de bazı dinamiklerin de teşvikiyle, bir inisiyatif aldı. O inisiyatif önemliydi; yani samimi veya samimi değil ama son tahlilde bu ülkede Öcalan baş müzakereci diye hem toplumsal kesimler tarafından hem akil insanlar tarafından hem de devlet mekanizmaları tarafından muhatap alındı. Bakın, bu gerçek hafızalardan siliniyor gibi; sanki bu ülkede bunlar yaşanmamış gibi davranılıyor. Günlerce dünya kamuoyu, Türkiye kamuoyu, Kürtler, Türkiye halkları Öcalan’dan gelecek mesajı bekliyordu. Bunlar 6-7 yıl önce yaşanan şeyler. Hafızanın silinmesi meselesi tam da böyle olaylara denir. Dolmabahçe Mutabakatı, Türkiye tarihinde ilk kez yoğun çatışmalı bir süreçten sonra belli bir diyalog zemininin kurulduğu yerdi. Devlet heyeti ile aktör olan Öcalan’ın karşılıklı oturarak ortak çizdiği bir çerçevedir Dolmabahçe Mutabakatı.
Dolmabahçe Mutabakatı dediğiniz neydi? Sorunu tarihsel olarak tanımlamasının ardından, pratik çözümüne dair öneriler barındırıyordu. Pratik; yani şu yasa çıkarılacak, Kürtlere dair şu yaklaşım değişecek devlet nezdinde ve dolayısıyla işte silahlı süreç ve çatışmalı süreç nihayetinde şu noktaya geldiğinde başka bir biçime kavuşarak Türkiye açısından sona erdirilecek ve böyle bir çağrı yapmaya doğru gidiyordu süreç ve Öcalan bunun hazırlığı içindeydi. Kürt siyasi hareketinin tüm dinamikleri, PKK başta olmak üzere bütün güçler bu sürecin tarafıydı, muhatabıydı. Şimdi o mutabakat pat diye kesintiye uğradı. Şüphesiz Erdoğan’ın sadece kendi inisiyatifi ile geliştirdiği bir şey değildi; bir devlet aklı devreye girdi ve bu tarihsel sorunun adeta çözülmemesi için karar aldı. Bir dönem daha aynı inkar ve imha politikalarını ısrarla sürdürmeye mi karar verdi, uluslararası güçlerin de etkisiyle bu sorunun sürdürülmesinde fayda sağlayan sermayedarlar mı veya emperyalist güçler mi devreye girdi onu ben bilemem. Ama Kürt halkı, Kürt tarafı gerçek anlamda bir çözüm bekliyordu. Fakat bu çözüm Dolmabahçe Mutabakatı ile hafızalara önemli bir kare olarak yerleştiği halde şu an yokmuş gibi değerlendiriliyor. Aktörleri tutuklandı. Düşünün, dünya tarihinin hiçbir yerinde elçilere ve arabuluculara dokunulmaz ama o süreçte devletin de PKK’nin de Öcalan’ın da ortak bir şekilde tanımladığı arabulucu heyeti üyeleri linçe uğradı, bazıları tutuklandı. Şimdi, dolayısıyla o tarihteki gelişmeleri gözeterek söylüyorum bugünle karşılaştırmaları. Eğer böyle bir şey olacaksa, bunun yasal çerçevesinin çok kalın çizgilerle belirlenmesi lazım. Bu konuda çalışma yürütecek insanların bir yasal güvencesi olmalıdır. Düşünün, Bahçeli’nin bağlamı kesinlikle farklıdır ama benzer bir çağrıyı DEM Parti, Öcalan ile ilgili yapsaydı; “DEM Parti, Öcalan Türkiye halklarına ve Türkiye siyasetine dair fikirlerini söylemelidir, biz böyle bir talepte bulunuyoruz” dese ve grubuna davet etseydi ne olurdu? Kıyamet kopardı, DEM Parti linçe uğrardı, güvenlik mekanizmaları, yargı mekanizmaları devreye girerdi. Dolayısıyla bu sorunun çözümünde inisiyatif alacak hiçbir kimsenin yasal güvencesi yok. O yüzden yasal çerçevesi önemli, eğer olacaksa bir süreç.
İkincisi; kayyım ve ona benzer kararnameler ile düzenlenmiş, evrensel hukukla zerre kadar alakası olmayan bu uygulamaları öngören yasalar düzeltilmelidir. Düzeltilerek işe başlanmalıdır. İçişleri Bakanı gece oturuyor — öyle olmuyor tabii ki iktidarın inisiyatifi ile oluyor da örneğin diyorum; İçişleri Bakanı o gece oturup 40 yere memur atayabilir. İnsanların emeğiyle, büyük çabayla, büyük aşk ve coşkuyla seçtiği, oy verdiği insanların yerine memur atanıyor. Bunun örneği başka bir yerde yoktur. Hani diyorlar ya, “bilmem şu örgütle bağı var, bilmem suç dosyası var…” Hepsi gerçek anlamda palavradır. Yani şu Türkiye’de muhalif olup hakkında dosya açılmayan, dava açılmayan tek bir Allah’ın kulu yok. Ancak AK Partili olursun, MHP’li olursun; onun dışında kimin dosyası yok ki, kimin soruşturması yok ki? Dolayısıyla acayip bir manipülasyon, acayip bir yanlış enformasyon bombardımanına tutulan bir toplum var ama toplum buna inanmıyor. Ahmet Türk’ün suç işlediğine dair bir kanaat, bir yargı oluşturamazsınız; bütün dünyanın basını devreye girse bile. Gülistan Sönük’ün seçimlerden kısa bir süre önce başlamış bir davası, jet hızıyla yerel mahkemede onanmış ve hâlâ istinafta. El insaf, bozulabilir, beraat edebilir; dosyanın içinde gerçekten bazı çıkar gruplarının, belediyeden nemalanmak isteyenlerin yargıyı etkileme ihtimali olabilir… kaldı ki biz öyle görüyoruz. Zaten biz bu belediyeleri 31 Mart seçimlerinde aldığımızda en fazla karşılaştığımız şey şuydu: Belediye başkanlarımız işe başlar başlamaz korkunç kanıtlar buldu, korkunç yolsuzlukların yapıldığını tespit etti. DEM Parti Merkez Yürütme Kurulumuzda bizim tespitimiz şuydu: Bu odaklar tekrar burayı ele geçirmek için her şeyi yapar. Yoktan suç üretir ve yine kayyım gelsin der. Bankamatik memurlarından tutun, belediyeyi aile şirketine dönüştürenlerden, hayali ihalelere kadar korkunç durumlar var. Mardin Büyükşehir Belediyesi bu konuda en fazla istismara uğrayan belediyelerden biridir. Dolayısıyla biz arkadaşlarımızdan eminiz, arkadaşlarımızın derdinin topluma hizmet olduğundan da eminiz. Bunu öyle bir iki tane yazarın çarpıtmasıyla, bir iki medya odağının talimatlarıyla haber servis ederek değiştiremezsiniz, toplum buna inanmaz. Büyük hata yapıyorlar, büyük yazık ediyorlar bu oluşmuş olan havaya.
Devlet Bahçeli’nin çağrısı birçok yönüyle bizce eksiktir, sorunludur ama bir eşiği aştı, bir eşik açtırdı. Bu eşik, Kürt sorununun varlığına tekabül ediyor; tecridin varlığına tekabül ediyor, tecridin bir şantaj, bir pazarlık meselesine dönüştüğü gerçeğine vurgu yapıyor. Dolayısıyla bunların tartışılması gerekiyor, samimi bir şekilde tartışılması gerekiyor.
Devlet Bahçeli bu adımı Cumhur İttifakı’nın bekası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanı olabilmesi ve yeni anayasa sürecinde DEM Parti ve Kürt tabanını kendi yanına çekebilmek amacıyla başlattığı yorumları var. Bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt meselesinin çözümü siyaseten bu başlıklarla sınırlandırılabilecek bir konu mu?
Biz hiçbir zaman, devasa bir sorun olan Kürt sorununu; büyük can kayıplarına, mal kayıplarına sebep olmuş bir çatışma halinin çözümünü güncel siyasi meselelere alet edilmesine ve o çarkın bir parçası haline getirilmesine rıza göstermedik, kabul etmedik. Ne muhalefet ne iktidar ne de kendi cephemizden böyle bir yaklaşımı kabul etmiyoruz. Sorun çözülecekse, sorunun çözümüne dair perspektif oluşturulacaksa siyasi hesaplar bunun gerisindedir. Otoriterleşen, baskıcı bir rejime dönüşen bir iktidarın da Kürt sorununu çözeceğine dair inanç oluşmaz. Kürt sorunu çözümünün bir ayağı da demokratikleşmedir; demokratik adımlar atmaktır. Kürt sorunu sadece ve sadece çatışmalı süreci bitirmekten ibaret değildir. Bahçeli’nin hangi amaçla bunu yaptığına dair söylediğiniz ihtimallerin hepsi mümkün. İktidarını sağlamlaştırmak için olabilir, Erdoğan’ı bir dönemde daha seçtirmenin yolu olabilir, anayasa meselesinde muhalefeti dizayn etmek için, muhalefeti zayıflatmak için olabilir. Bunların hepsi mümkün. Ama bizim için bunların hepsinden önce gelen bir mesele var ki bu ülkede komşunun komşuya, kadının erkeğe, yaşlının gence düşman hale, kötülük yapabilecek hale getirildiği bu pozisyondan çıkarılması ve toplumsal barışın sağlanması, Kürtlerin de halk olmaktan doğan haklarının demokratik bir anayasa çerçevesinde tanımlandığı bir çözümdür.
Buna muhalefet duyarsız kalamaz, hangi amaçla yapılıyor olursa olsun. İktidar da bir tanımlamaya girmeden, yüzeysel ve gündelik amaçlar taşıyan faydacı bir yaklaşımla yaklaşırsa çözüm bulamaz. DEM Parti olarak bizim de bu tartışmaların tümüne duyarsız kalmamız, sessiz kalmamız, mesafe koymamız beklenemez. Onun için biz, niyet okuma meselesinden bağımsız olarak bu çağrının sahici tarafının ne olduğunu ortaya koyuyor ve sahici olan, önemli olan tarafından tutmak istiyoruz. Gerisi, her iktidar kendi ömrünü uzatmaya çalışır ama toplumsal dinamikler buna karar verir. Seçim, sandık buna karar verir. Türkiye halkı da Kürt halkı da her hileye, her oyuna manipüle olan bir halk değildir.
‘Kandırılma’ ihtimalinin çok olduğu da konuşuluyor. Bu süreci Kürtleri kandırmaya yönelik girişimler olarak yorumlayanlar var.
Bunu söyleyenler çok kandırılmış. Bunu söyleyenler, şu an karşı karşıya kaldığımız rejimi inşa eden aklın kendisidir. Kürtler hiçbir zaman kanmadı. Kürtler, can yakan sorunlarına çözüm aradı. DEM Parti de hiçbir zaman bir iktidarın payandası, koltuk değneği olmadı. Sorunların tanımını yaptı; sorunların bazıları güncel siyasi hesapların ötesindedir. Dolayısıyla doğru tanımlama yapmak gerekiyor. İktidarların, topluma kendi propagandalarını yapıp toplumu manipüle etme alışkanlıkları vardır ama toplum, toplumsal bilinç düzeyi buna izin verir mi vermez mi; buna toplumsal dinamikler karar verir. Şimdi bir çözüm perspektifi gelişirse muhalefetin tutumu, onun karşısında durmak mıdır, yoksa onu doğru yola evriltmek midir? Onu iktidarın kendi ömrünü uzatacağı bir araç haline getirmekten çıkarıp asıl ayaklarının üzerine oturtmak mıdır? Toplumsal muhalefetin bir de böyle bir görevi var: Sorunları araçsallaştıran iktidarların elinden almak.
Bu ülkede, Bahçeli’den önce bir muhalefet lideri çıkıp “Ya bu ülkenin bir adasında hukuk niye uygulanmıyor?” diye sormadı. “Bu ülkenin adasında neden en antidemokratik olarak tanımladığımız, özgürlükçü olmadığını düşündüğümüz bu yasal düzenlemeler niye uygulanmıyor, bu ülkenin toprağı değil mi orası?” diye sormadı. Ama ne yapıyorlar? Umut Hakkı’nı tartışma konusu yapabiliyorlar. Bu korkunç bir şeydir. Umut Hakkı’nı, hukuki, evrensel ölçüye değerlendirirken bile cesurca “Bu haktır” diyemiyorlar. “Avukatların İmralı’ya 24 saat istediği zaman gidebilir” diyemiyorlar. “Aile her hafta gidebilir” diyemiyorlar. “Telefon hakkını kullanabilir” diyemiyorlar. Bunlar lütuf değil; gasp edilmiş haklar, el konulmuş haklardır. Ama bir muhalefet düşünün ki bunları söyleyemiyor. Sonra da “Bilmem, Kürtler, Öcalan iktidarla anlaşacak, kandırılacak” deniyor. Siyasi etiğe vursan etik dışı bir durum, toplumsal tarihsel bilince vursan ona aykırı bir tutum. Bu meseleyi bence ciddiyetle ele alıp, iktidarı da muhalefeti de toplumsal kesimler itibariyle Kürt’ün de Türk’ün de Alevi’nin de Sünni’nin de birleşeceği tek nokta olan demokratik bir ülke, demokratik anayasa, Kürt sorununu çözmüş, Kürtlerin ve Türklerin tarihsel barışını tekrar sağlamış bir ortak, eşit yaşam düzeyine kavuşmuş özgür ülke hayalidir. Bunu savunursak işin içinden çıkarız; diğer türlü, “Yok, ben şunu araç haline getireyim, biraz daha iktidarımı sürdüreyim, iktidardaki halimi devam ettireyim.” Diğeri, “Yok, ben bunu kullanayım, muhalefetteyim, iktidarı devirme gerekçesi yapayım.” Bir diğeri de “Ben istemem, yani cebime koy vesaire,” derse olmaz. Bu mesele ciddiyet ister; bu mesele toplumsal mutabakat ister.
31 Ekim’de CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atandı. 4 Kasım’da Mardin, Batman Halfeti’ye kayyım atandı. Eş başkanlarınız grup toplantısını Mardin’de gerçekleştirdi ve “hem iç barış diyeceksiniz hem kayyım atayacaksınız” dedi. Devlet Bahçeli sayın Ahmet Türk hakkında övgüyle bahsetmekle beraber “siyasi bir durumu yoksa görevinin başına tekrar gelecektir” dedi ve CHP’ye yönelik ise İmralı ile DEM Parti arasına çomak sokmak ile eleştirdi. CHP’nin kayyımlar konusunda dayanışma içerisinde olmasını ve Bahçeli’nin sözlerini nasıl değerlendirirsiniz?
Birincisi, kayyım politikasına karşı dayanışma çok tarihi ve önemli bir durum. Çünkü kayyım tehlikesi, tehdidi Türkiye halklarının geleceğine yöneliktir. Dolayısıyla bunun muhalefeti, bunun DEM Partisi, CHP’si yoktur. Zaten görüyorsunuz, Esenyurt’ta başladı, Mardin, Batman ve Halfeti ile devam etti. Daha önce Hakkari’den başlamıştı, Van’da denediler. Bu dayanışma gerçekten kıymetli ve buna karşı bütün toplumsal dinamikler bir arada durmalıdır. İktidarın içinde bunu tasvip etmeyen, buna şaşıran şahsiyetlerin de ses çıkarması gerekir. Biraz ilkeli ve iradeli olmak gerekiyor. Siyasette bulunduğumuz yerin kaygısını taşımaksızın doğruları savunmak gerekiyor. Bu ahlaki ve toplumsal bir görevdir, bunu ayırıyorum.
Birincisi, DEM Parti defaatle açıkladı: Öcalan’ın çözüm perspektifini, çözüm iradesini asla yadsımayacağız ve dolayısıyla oradan gelecek her türlü projeye, çözüm perspektifine, çözüm önerisine destek sunacağız. Bunu eş başkanlarımız da söyledi ama bunun koşullarını yaratın, bunu görelim.
İkinci olarak; bizim muhalefete ve muhalefetin bütün güçlerine dair dayanışma, ortaklaşma perspektifimiz demokratik ilkelerimiz doğrultusundadır. Demokratik ilkeleri ile kim gelirse onlarla görüşme, tartışma zeminini asla reddetmeyiz. Biz bir müzakere partisiyiz.
Üçüncüsü ve en önemlisi; siz, üç gün önce CHP belediyesine kayyım atar, sonrasında da DEM Parti’nin üç belediyesine kayyım atarsanız kusura bakmayın, bu dayanışma güçlenir, büyür. Tersini düşünüyorsanız ya birileri sizi yanlış enforme ediyor ya da siyasi atmosferi yanlış okuyorsunuz. Toplumsal refleksleri doğru değerlendirmiyorsunuz. Bu yüzden biz bu meseleleri böyle sade ve net bir şekilde ele alıyoruz. Bu kayyım politikaları her şeyi zehirleyen, umudu zehirleyen yanlış politikalardır, yanlış uygulamalardır. Bu nedenle biz bu dayanışmayı büyüteceğiz; asla bu dayanışmanın geriye düşmesini istemeyiz ve buna sebep olacak bir pozisyonda olmayız.