Ekim ayında SAMER Saha Araştırmaları Merkezi 16 bölge kentini kapsayan “Süreç” araştırmasını paylaştı. Dikkate değer veriler içeren araştırma bulguları, toplumda ekonomi merkezli kaygının, siyasal temsil sorunlarının ve sürece yönelik temkinliliğin sürdüğünü söylüyor. Araştırmaya göre AKP ve MHP seçmenlerinde güvenlik ve istikrar temaları baskınken; CHP seçmenlerinde hukuk, adalet ve demokrasi vurgusu; DEM Parti seçmenlerinde eşitlik, diyalog ve yasal güvence beklentisi öne çıkıyor.
Toplumun sürece karşı sürdürülebilir bir temkinlilik hali içinde olduğunu teyit eden çalışmaya göre sürece dair atılan adımları destekleyenlerin oranı %70’leri aşarken, sürecin başarı ile sonuçlanacağına her dört kişiden sadece biri inanıyor. Çalışma bu güvensizlik halinin adreslerine de, aşılma yollarına da işaret eden veriler içinde barındırıyor. Zira çalışmaya göre, toplumun önemli kısmı Cumhurbaşkanlığının, muhalefetin, Meclisin de içinde olduğu kurum ve yapıların, sürece dönük rol ve sorumluluklarını yeterince üstlenmediğini düşündüğünü ortaya koyuyor.
Oysa bir barış sürecinin başarısı, toplumsallaşması ve sürece dönük toplumsal rızanın genişletilmesi ile o kadar ilişkili ki!
Peki, neden toplum sürece bu kadar temkinli yaklaşmakta? Dahası, neden sürecin aktif bir öznesi olamıyor? Acaba sürecin muhatapları mı bunu istiyor? 27 Şubat Deklarasyonu’na “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” adını verdiğine göre, Öcalan ve PKK, toplumun sürecin öznesi olarak konumlanmasını arzu ediyor gibi görünüyor.
Peki iktidar/devlet kanadı bunu istiyor mu? Bu durum şimdiye kadar oldukça flu kaldı. Zira devlet iktidar kanadı sürecin toplumsallaşarak yürümesini arzu etseydi medya dilinden, siyaset diline, sürecin kavram setlerini oluşturmaktan, sürece dair güven artırıcı ve yol temizliği anlamına gelen uygulamalara kadar bir dizi alanda farklı davranır, bir barış ikliminin asgari koşullarını hızla uygulamaya koyardı. İşte hasta tutukluların, siyasi tutukluların, infazı bitmiş olanların serbest bırakılmasından kayyum uygulamalarına son vermeye kadar bir dizi pratik sergileyebilir, muhalefeti hedefleyen operasyonel iklimi sürecin ortasına yerleştirmez, toplumda demokratikleşme, adalet, hukuki güvencelere dair oluşmuş kaygıları derinleştirmezdi.
Peki sürecin karakteri toplumsallaşmayı, toplumsal dahiliyeti gereksiz kılan bir bir karakter mi? Bu da tartışılmaya değer bir konu olmakla birlikte Kürt meselesi gibi uzun soluklu bir meselenin etrafında şekillenen şiddet dalgasının 41 yıllık kesintisizliği, etkileme alanı, toplumu işin dışında tutma lüksünü tarafların elinden alır aslında.
Tüm bunlarla birlikte sürecin başarısına dönük toplumun temkinlilik ya da güvensizlik göstermesini 4 ana başlıkta toplamak mümkün görünüyor:
1)Toplumun bir bölümü silahların susacağına ve devletin çözüme geleceğine inanmıyor. “Bu örgüt silah bırakmaz” ile “ bu devlet çözmez” söylemi sahada en çok dile getirilen klişeler iken; PKK’nin fesih ve silahsızlanma kararları ve uygulama örnekleri kaygının ilk adresine dönük güvensizliği belli boyutlarda zayıflattı, ancak “bu devlet çözer, çözüme gelir” dedirtecek içerikte adımların, çerçevelerin devlet/ iktidar kanadından güçlü biçimde ortaya konmadığına dair algı hala güçlü.
2)Süreç boyunca adımların tek taraflılığı, karşılıklılık/mütekabiliyet ilkesinin hayata geçmemiş olması güvensizlikte bir faktör. Örneğin süreç boyunca PKK ve liderliği oldukça stratejik radikal kararlar aldılar ve deklare ettiler. Fesih ve silahsız mücadele kararları bunların başında geliyor. Fesih ve silahsızlanmanın tamamlanması için sürecin başında MHP lideri Bahçeli’nin ilan ettiği sayın Öcalan’ın umut hakkından faydalanasını sağlayacak adımların, yine 27 şubat deklarasyonunda geçen “demokratik siyaset ve hukuki tanınma”nın sağlanacağını gösteren herhangi bir adımın atılmamış olması bu durumun başında geliyor. Yine hala siyasal, hukuki ve idari düzlemin geçmiş güvenlik stratejisi ile uyumunda ısrar, siyasi tutukluların serbest bırakılmaması, infaz, TMK gibi yasalara dokunulmamış olması, kayyum uygulamalarının varlığı vs. “karşılıklılık ilkesinin” uygulanabileceğine dair umutları sahada zayıflatıyor.
3) Süreç boyunca, söylem setlerinin barış, demokrasi, eşitlik ve yeni ortak hayat gibi pozitif içerikleri baskın kılmak yerine, militer, otoriter ve güvenlikçi politikalarla uyumlu; yer yer inkar bağlamını koruyan biçimde oluşturulması; bu söylem hallerinin toplumu domine eden medya ve siyaset sahasında bolca yer bulması, güven duymada zayıflatıcı bir etken olarak öne çıkıyor.
4) Geçmiş barış süreçlerinin bozulmasının ortaya çıkardığı olumsuz hatta yer yer travmatik etki. Her bozulan sürecin daha çok büyüyen yayılan şiddet olarak dönmesi sokağın temkinliliğini arttırıyor. Yine bozulan süreçlerin ağır yargısal güvenlik hedefi haline gelmek toplumu yormuş ve güvensizleştirmiş görünüyor. Özellikle 2013-2015 sonrası süreç, toplumun sürecin siyasi sorumluları ile hareket etmede onlara güvenmede temkinli davranmalarına yol açmış görünüyor.
5) Ülkenin içinde bulunduğu siyasal iklim, otoriter bağlamların kuşatıcılığı, sürecin demokrasi ve çözüm hedeflerine iktidar kanadınca sahiplenildiğini gösteren tutum ve icraat zayıflığı toplumda sürecin “otoriterleşmeyi güçlendirme ve yapısallaştırma” rolü oynayacağına dair bir riski okuması yapmasını kolaylaştırıyor.
6)Toplumun sürece dair bilgilenme ve katılım mekanizmalarının kurulamamış olması ya da zayıflığı. Süreç adına DEM partinin yaptığı toplantılar dışında elle tutulur ciddi bilgilendirme ve katılım mekanizmaları oluşturma çabasına rastlanmıyor. Varsa da, bu mekanizmalar toplumun kolayca erişimine yeterince açık değil denebilir.
7) Toplumun bir kesimi, taraflar arasında belli mutabakatların oluştuğuna ve bazı karar ile garantilerin alındığına dair inanç besliyor. “Bize gerek yok; onlar zaten netleştirmiş, anlaşmışlar” gibi söylemler, bu bakışın bir ürünü olarak ortaya çıkıyor.
Toplumun süreçle kurduğu bu temkinli ve güvensiz bağı aşmak, sanıldığından çok daha kolay aslında. Sayılan her neden, yapılamayanı yaparak toplumsal katılımı ve rızayı büyütmeyi mümkün kılacaktır.




