ABD-İngiltere öncülüğündeki koalisyon güçlerinin 2003’te Irak’ı işgal edip yeni Irak’ın siyasi mimarisini oluşturmaya çalıştıkları günlerde, şu anda Türkiye’yi yönetmekte olanların kırmızı çizgisi “Federasyon”du. Yeni Irak anayasası büyük çoğunlukla halk oyuyla kabul edildikten sonra, bu günkü idari yapı, yani federal yapı, yürürlüğe girdi. Gümrükleri işleten, sınırları tam anlamıyla koruyan ve kontrol eden, yeraltı kaynaklarının tasarrufunu neredeyse tek başına yapan bir fiili durum yaşanıyor Irak’ta; adı federasyon ama aslında konfederasyonla bağımsızlık arası bir yapı söz konusu. Türkiye, tüm ısrarlarına rağmen yeni Irak’ı üniter devlet yapmayı başaramadı ama Kürt federe yönetimi ile merkezi Irak hükumetini rahatsız edecek ilişkiler geliştirmekten de geri durmadı. Yani, yeni duruma en iyi uyum sağlayan devlet Türkiye oldu.
Baas rejimi 8 Aralık’ta HTŞ tarafından düşürüldükten sonra yeni Suriye yönetiminin nasıl olacağına dair en ateşli tartışmalar en az Suriyeliler kadar Türkiye’de ve İsrail’de de gündemin en üst sıralarındaki yerini korumaya devam ediyor.
İsrail, yeni Suriye’nin kendisine tehdit olmayacak hale gelmesi için bir taraftan 1967’den bu yana %80’ini işgal ettiği Golan tepelerinin geri kalanını da işgal ettiği gibi Şam ve Dera yönünde de ilave işgallere devam etti. Diğer taraftan da Suriye’nin deniz, hava ve kara güçlerini neredeyse tamamen imha etti. Yeni Suriye yönetimi İsrail’in bu saldırganlığına dair kayda değer bir itiraz bile yükseltemedi.
Suveyda, Dera ve Kuneytra bölgelerinde yaşayan Dürzilerin hamiliğine soyunan ve ordusunda Dürzi birlikleri bulunan işgalci İsrail’in Suriyeli Dürzilere yönelik beklentileri bir karşılık bulur mu şimdilik kestirmek zor ama Dürzilerin, yılbaşı gecesi Süveyda’nın kapısına dayanan silahlı HTŞ birliklerine geçit vermeyerek yeni yönetimin silah bırakma çağrısını reddettiklerini ve merkezden vali tayin edimesini kabul etmeyeceklerini ilan etmeleri, ifade edilmemiş federasyon talebi olarak değerlendirilebilir.
Dürziler’in aleniyet kazanmış taleplerinin konuşulduğu bu vasatta, şimdilik, Baas rejiminin suç ortağı gibi davranılan Aleviler’den inançsal ve kültürel taleplerin dışında idari taleplere dair bir ses çıkmamış olması, onların da taleplerinin olmayacağı anlamını taşımıyor. Yani sanıldığının aksine, özerk yönetim talebi, sadece, yıllardır Kuzeydoğu Suriye’de etnik temelli olmayan başarılı bir bölgesel model ortaya koyabilmiş olan Kürtlere ait değil, Suriye’nin genelinde yankı uyandıran bir talebe dönüşeceğe benziyor.
Türkiye, ingiltere, ABD, Almanya ve Fransa heyetleriyle doğrudan görüşen, ilk yurt dışı heyetini Suud’a gönderen, SDG dışındaki tüm gruplarla doğrudan görüşen HTŞ’nin, Türkiye’nin yaklaşımı doğrultusunda Kürtler’e idari özerklik vermeyeceğini söylemesi ve silahlarını teslim etmelerini talep etmesi, Suriye’nin en önemli toprak parçasını yıllardır özerk bir yapıda yönetmekte olan SDG için de Suriye’nin bütünü için de büyük bir problem kaynağı olmaya devam ediyor. Türkiye’nin SDG’ye, “ya silahları bırakıp Suriye’yi terk ederler, ya da imha edilirler” teklifinin yanı sıra bir taraftan SMO eliyle Tişrin Barajı ve Qarakozak çevresindeki sonuçsuz saldırıları teşvik etmesi, SİHA’lar ve top atışlarıyla SDG’yi hedef alması, diğer taraftan da Kobani’ye girme tehditleri, şimdilik ABDnin engellemesiyle toptan bir savaşa imkan vermemiş olsa da, Suriye’nin idari yapısının nasıl şekilleneceğine dair büyük bir sorun teşkil ediyor. Zira Türkiye’nin bu tavrı, HTŞ’nin özerk yönetime razı olması konusunda ciddi bir bariyer oluşturuyor.
Bir hafta önce ABD helikopteri ile ed Dumeyl havaalanına gelen Mazlum Abdi ile Colani’nin ABD moderatörlüğünde Kuzeydoğu Suriye konusunu konuşmuş olmaları şimdilik bir sonuca varılmamış olmasına rağmen önemli bir gelişmedir. Bu toplantıda Mazlum Abdi’nin SDG bölgesinde çıkarılan petrol ve doğal kaynakların paylaşımını, sınırın korunması ve gümrük kontrollerinin merkezi hükümete devrini, SDG’nin belirli bir statüde merkezi orduya dahil edilmesini ve özerkliği talep ettiği, Colani’nin ise federasyona karşı olduğu, Kürt taleplerine karşı net bir tutum ifade etmediği basında yer aldı.
Colani’nin, yapılmasını vadettiği ulusal konferansı yapıp yapmayacağına ve SDG heyetini bu konferansa davet edip etmeyeceğine bağlı olarak Kürt sorunun çözümünde ne kadar Suriye gerçeklerine uygun davranacağı ya da ne kadar “geleneksel Türkiye”nin etkisinde kalacağını şimdiden kestirmek zor.
Eğer Türkiye, tıpkı yeni Irak sürecinde olduğu gibi, saha gerçekliğine ve sahanın tarihi tecrübesine aykırı olarak “üniter devlet misyonerliği”nde ısrarcı olursa, sonunda tarihin hükmünü icrasına mani olamayacak ama gereksiz kırgınlıklara ve maliyetlere sebep olacaktır.
Yok eğer Bahçeli-Öcalan süreci, yeni Suriye yöneticilerinin eski davranış alışkanlıklarından Kürtleri korumak için özerk statülerini ve kolluk kuvvetlerini muhafaza etmelerini mümkün kılar ve bunun da garantisini Türkiye’ye vermeyi başarabilirse, yeni Ortadoğu’da Türkiye ve Suriye büyük bir barış adasına dönüşür. Bunun da yolu, öncelikle Türkiye’nin kendi Kürt sorununu kalıcı ve adil bir çözüme yani anayasal bir çözüme kavuşturabilmesinden geçiyor.
Suriye’de Kürtleri korumak, aynı zamanda Alevileri, Dürzileri ve Gayrı Müslimleri de korumak demektir.
Tarihin doğru yerinde yer almayanlara talihin yapabileceği hiç bir şey yoktur.