Yalnızlık toplumu
Azad Barış 1 Aralık 2024

Yalnızlık toplumu

Hoş geldiniz! İşte karşınızda zamanımızın belki de en narin tasarlanmış şaheseri, yalnızlık toplumu var! Hıza hız katan, kapitalizmin ruhunun ve onun cömert “ilahi düzeninin” bir ürünü olarak şekillenen bu başyapıt, bizlere yalnızlığı bir erdem, kendi başına yetmeyi ise bir zorunluluk olarak armağan ediyor…

Bu dünyada, her birey, varoluşunun özünden kopar(ılar)ak yalnızca kendi çıkarlarına hizmet eden bir oyuncuya dönüşmüş, bir arada olmanın anlamı ise tamamen yitirilmiştir. Burada, “toplum” kelimesi, yalnızca bir soyutlamadan ibaretken, “birlikte yaşam” fikri, felsefi bir hayalden öteye geçemeyecek kadar sıradanlaşmış. Toplum olma fikri, zamanla, her biri kendi yolunu çizen yalnız adımlara ve bir soyutlamaya dönüşmüştür.

Kapitalizmin ruhu, insanı yalnızca bir “tüketici” olarak tanımlarken, her bireyi kendi “başarısının” ya da “başarısızlığının” tek sorumlusu haline getirmiştir. Böylece toplumsal ilişkiler, bireysel hesaplaşmalara indirgenmiştir. Ötekinin hak ettiği muamele ise çoktan belirlenmiştir. Harika bir dünya değil mi? Ne dayanışmaya yer var ne de rahatsız edici bir birlikteliğe. Yalnızca sen, hayatta kalma içgüdün ve seni taşıyan o sadık bacakların.

Artık herkes yalnızca kendi bacağından asılıdır. Bu muhteşem sistemde hiçbir gereksiz illüzyona yer yok. Hakikat sonrası çağın mağarasına dönüşmüş ağızlardan yükselen tek kadim ve hikmetli miras söz ise her şeyi açıklıyor: “Her koyun kendi bacağından asılır.”

Hayatı mezbaha perspektifinden görenler, günah ile sevap arasına kangren gibi bir ayrım yerleştirmiş ve öyle buyurmuşlar. Ne de olsa “ak ile kara”yı ayırt etmek için keskin sınıflandırmalar, biraz kanlı ama ilahi bir buyrukla yapılmış. Yeryüzündeki elçilerin suçu ne? Tanrı böyle buyurmuş! Sonuçta devlet, Tanrı’nın gölgesinde kutsal bir ev değil mi? Ne zarif bir ifade… Eskiden bu tür sözler insana teselli sunardı; şimdi ise hayatımıza rehberlik ediyor.

Neden başkalarına tutunasın ki, kendi ayağına zincirlenmek varken? Bir zamanlar “yakın” dediğimiz kardeş, dost ya da sevgili artık çok daha işlevsel bir kimliğe büründü; rakipler. Önümüzde duran engeller, aşılması gereken bariyerler ya da en iyi ihtimalle kullanılıp atılacak araçlar. İnsan ilişkileri mi? Onlar, insanlığın bir zamanlar birbirine güvenebileceğine inandığı naif dönemlerden kalma nostaljik bir hatıra. Bugün, böyle şeylere yer yok.

Sonuçta hedefler var, zaferler var, kazanılması gereken yarışlar var. Ama sistem bununla yetinmiyor; yıkıcılığı sıradanlaştırıyor, kutuplaşmayı derinleştiriyor. “Herkes kendine çalışsın,” diye fısıldıyor kulağımıza, bizi diğerlerini geçmeye, alt etmeye, önümüzden çekilmeye zorluyor. Ve biz bu çabayla düşe kalka ilerlerken, sistem yüzünde kocaman bir gülümsemeyle yanımızdan geçiyor, elimizdeki ekmeği alıp bir de üstüne diyor ki “karnınızı doyurdunuz, şükredin.”

Ah, ekmek… Artık pek de yok – ya da herkesin ulaşabileceği kadar bol ve ucuz değil. Çünkü üstün yıkıcı mitralyözler için ekmekten kesmek gerekiyor; mütehakkim olmak, silaha yatırım ister. Oysa burada da dünyanın birçok yerinde olduğu gibi insanlar ekmeğe aç. Ama bu açlığın görünür olmaması için, gökten güvenlik tehdidiyle süslenmiş ayetler indiriliyor.

Her ne kadar ayetler zamanında olmasak da buna kanacakların olduğu aşikâr. Ama daha büyük ve gözle görünmeyen bir açlık var: iyi bir komşuluğa, kalbi bir kucaklamaya, sıcak bir bakışa, yalnızca alan değil, aynı zamanda veren bir ele duyulan özlem. Fakat kimin böyle “manevi avareliklere” ayıracak vakti var ki?

İlahlar adına konuşan yeryüzündeki elçiler, bu tür ihtiyaçların zayıflık olduğunu öğrettiler. Sevgiye açlık duyan, yeterince hırslı değildir. Yakınlık arayan, önceliklerini yanlış belirlemiştir; çünkü yalnızlaşma, yüce bir ilerleme olarak sunulmuş, ötekine mesafeli olma hali ise mutlak bir güvence olarak kabul edilmiştir. Böylece hem daha korunaklı hem de özgür olduğumuzu düşünüyoruz! Yalnız başımıza mücadele etmekte, yaralarımızı yalayarak iyileştirmekte, tökezleyip düşerken kendimizi kurtarmaya çalışmakta özgürüz. “Kendi işini kendin yap” diyorlar ve biz de bu fetvayı dört elle sarılıyoruz.

Her şeyi geride bırakmamız, sadece nazarî olarak yaratılmış “özsüz öze” inanmamız gerektiğine ikna olmuş şekilde yaşamaya devam etmemiz demek. Sistemin başarısı gerçekten hayranlık uyandırıcıdır. İnsanlar sadece midesini değil, ruhunu da aç bırakmayı başarmış durumda. Bu durum bize sevmeyi unutturmadı; aslında hiç sevme kapasitemizin olmadığını düşündürttü. Ve biz, her koyun kendi bacağından asılı halde, yavaşça tükenirken, sisteme zekâsı için alkış tutuyoruz. Ama merak etmeyin, bu daha başlangıç.

Biz, kendi çorbamızı – pardon, çorbasız ekmeğimizi – pişirmeye devam ettikçe bu sistem varlığını sonsuza kadar sürdürecek. Oysa bireysel zafer çağındaki toplumsal hezimetin sancıları her geçen gün daha da artıyor. Ama bu artık bizim meselemiz değil, öyle değil mi? Çünkü herkes bağımsız, herkes müstakil! İnsanlık tarihinin en dâhiyane çözümü… Hiç kimsenin derdi diğerini ilgilendirmiyor, zaten ilgilenecek bir “diğer” kalmadığında, mesele dediğimiz şey de otomatikman ortadan kalkıyor.

Sistem böyle söylüyor ve biz de kuzu kuzu – pardon, koyun koyuna – inanıyoruz. “Her koyun kendi bacağından asılır” diyor kadim bilgelik. Ne kadar sade, ne kadar meşakkatsiz bir mazi itikadı! Ama endişelenmeyin, sistemimiz çok merhametli! Bacakları kalmayanlara bile bir “çözüm” sunuyor. Onları dizleri üzerinde sürünmeye ikna ederken, yüzlerinde bir gülümseme yaratmayı da unutmuyor. Tutunmak için “mübarek erkin kolonları var ya”, diyor sistem, “değneklerle idare ederler!” Gerçi bazılarımızın müstahkem bacakları da yok artık, ama sorun değil; çünkü onların durumu zaten “toplum yararına” çoktan çözülmüş, günah keçisi ilan edilip peyderpey felce uğratıldılar.

Brecht’in dediği gibi, “karnı aç olan özgürlüğünü düşünemez.” Yani, yeterince acı çekiyorsanız, özgürlüğünüzden ya da kaybolan bacaklarınızdan şikâyet etmeye zaten fırsatınız olmaz. Sistem bunun bilincinde ve bu bilinci yüceltmekte bir an bile tereddüt etmiyor. Şimdi bu kara komediyi gözünüzde canlandırın ve felç edilmiş bir koyunlar sürüsü düşünün, her biri çobanın verdiği değneklerle ayakta “duruyormuş gibi” yapıyor.

Evet, buradaki ters mütearife böyle bir şeydir. Ne diyelim, büyük resmi görenler için mükemmel bir nizam kurulmuş durumda. “Her koyun kendi bacağından asılır” ama artık bacağı olmayanlar için de bir plan var, onları asacak bir çivi mutlaka bulunacak! Bakın nasıl da herkesin sorunlarını çözüyor kudretli kasaplar konseyi.

Modern çağın en basit ama en etkileyici başarısı belki de bu; insanları yavaş yavaş yok ederken bir yandan da onlara kendi tükenişlerini alkışlatıyor. Ve en güzeli de ne biliyor musunuz? Her şey bu kadar açıkken herkesin susma muammasının ilahileştirilmesidir. İnsanlara konuşmamayı, düşünmemeyi ve mücadele etmemeyi bir erdem gibi öğretmek, konuşanı ise günah keçisi ilan etmektir. “Mesele neydi?” diye sorduğunuzda kimse hatırlamıyor artık. Çünkü mesele kalmadı! Ya da meseleler öyle güzel buharlaştı ki, ortada sadece bir şeylerin çok yanlış olduğunu hisseden, ama ne olduğunu çözemeyen koca bir koyun sürüsü kalıyor.

Ne demişti Brecht bir başka eserinde? “Oturmuşlar, bir şey konuşuyorlar, açlıktan öldüklerini söyleyen yok.” Sistem bunu çoktan başardı; açları, aç olduklarına ikna etmeyi bile gereksiz kıldı. Şimdi herkes, kendi yoksunluğuna dair hikâyeler yazmak yerine, sessizce “manasızlaşmış bağımsızlığını” kutlama hazzını yaşıyor.

Ve bizler, içten içe gözyaşlarımızı içerken, bu trajik tiyatronun son perdesini acı ve hüzünle bekliyoruz. Çünkü ne de olsa “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı her tarafı sarmalamış durumda. Ama dikkat edin, çiviye asacak yer kalmadığında, bu sefer de birbirimize yaslanmamız gerekecek. Ve işte o gün, mesele birden yeniden hepimizin olacak, ama korkarım ki çok geç kalmış olacağız.

Sonuç olarak, yalnızlık toplumunun yükselişi, bireylerin birbirlerine olan uzaklıklarını artırırken, toplumsal bağların çözülmesine ve kişisel varoluşun yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda şekillenmesine neden olmuştur. Toplum, kolektif bir varlık olmaktan çok, her bireyin kendi izolasyonunda var olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Herkes, kendi bacağından asılmakta özgürdür, ancak bu özgürlük, muhkem bir yalnızlığın ve yıkımın önünü açmaktadır. Sistem, bireyi bu yalnızlığa hapsederken, tek gerçek bağın varoluş mücadelesi olduğunu dayatıyor. Birlikte yaşamanın anlamı kaybolmuş ve bu lüks bir kavram haline gelmiştir.

Ancak, bu yalnızlık içindeki çığlıklar, ne kadar sessizleştirilmeye çalışılsa da, bir gün birbirimize yaslanmamız gerektiğini hatırlatacaktır. Çünkü ne olursa olsun, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı sonunda tükenmiş bir toplum yaratır ve bu toplum, savrulmuş bacaklarıyla birbiriyle yeniden bütünleşme zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaktır. Yalnızlık, sadece bir bireyin sorunu olarak kalamaz, bir gün, toplumsal bir mesele olarak hepimizin önüne çıkacaktır. O zaman, gerçekten neyi kaybettiğimizi anlamamız için belki de çok geç olacak.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.