Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin mirası üzerinde yükselen bir ulus-devlet projesi olarak şekillenmiştir. Ancak bu proje, Osmanlı’nın çok katmanlı ve çoğulcu cemiyet-i müttefika anlayışını terk ederek, yekpare bir ulusal kimlik yaratma çabasına odaklanmıştır. Modernleşme ve merkeziyetçilik hedefleri doğrultusunda benimsenen homojenizasyon politikaları, tarihsel “siyaset-i müdara” ilkesini göz ardı etmiş ve farklı etnik ve kültürel unsurlar arasındaki hassas dengeyi derinden sarsmıştır. Türk-Kürt ilişkileri bağlamında bu süreç, ulus-devlet paradigmasının tekçi yaklaşımıyla tarihsel mütekabiliyet zeminini tahrip eden temel bir dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı’nın “millet sistemi” üzerine kurulu idari yapısı, farklı etnik ve dini toplulukların bir arada yaşamasını mümkün kılan “nizâm-ı âlem” anlayışını yansıtmaktaydı. Bu yapı içinde Kürtler, Osmanlı’nın doğu sınırlarının korunması ve merkezi otoritenin güçlendirilmesinde mühim bir rol üstlenmişlerdir. Özellikle Çaldıran Savaşı sonrasında tesis edilen Türk-Kürt ittifakı, devletin doğu siyasetini şekillendiren stratejik bir güvenlik mimarisi olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.
Kürt emirliklerinin özerk statüleri, Osmanlı’nın merkeziyetçilik kaygılarını aşarak bölgesel istikrarı korumasını mümkün kılmıştır. Ancak Cumhuriyet rejiminin bu tarihsel ittifakı ve beraberinde gelen çok kültürlü “modus vivendi”yi (yaşama biçimleri arası uzlaşma) reddetmesi, Türk-Kürt ilişkilerinde bir güven kırılması (rupture of trust) yaratmıştır.
Cumhuriyet’in erken döneminde kabul edilen 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Kürtlerin yerel yönetimlerde özerklik (muhtariyet) haklarını tanıyarak Osmanlı’nın çok kültürlü mirasının izlerini taşımaktaydı. Ancak 1924 Anayasası ile bu haklar ortadan kaldırılmış ve Kürtler hukuki görünmezlik (legal invisibility) sürecine sürüklenmiştir. Lozan Antlaşması ise Kürtlerin uluslararası düzeydeki statüsünü yok saymış; gayrimüslim azınlıklar için tanınan haklar Kürtleri kapsamayacak şekilde sınırlandırılmıştır. Bu durum, Lozan’ı Kürtlerin siyasal temsiliyetini ve kültürel haklarını dışlayan bir çerçeveye dönüştürmüştür.
Cumhuriyet dönemi boyunca benimsenen asimilasyon politikaları, Kürtlerin her türlü hak arayışını şiddetle bastırmış ve onları kurucu unsur olmaktan dışlamıştır. Bu süreç, yalnızca Kürtlerin kültürel varlığını tehdit etmekle kalmamış, aynı zamanda Türk-Kürt ittifakının tarihsel bağlarını da zedelemiştir. Martin van Bruinessen’in ifadesiyle, “Cumhuriyet’in inşa sürecinde, Türkler ve Kürtler arasındaki tarihsel uyum ve ortaklık ruhu, merkeziyetçi politikalarla bilerek yok edilmiştir.”
Bu politikalar, Kürt coğrafyasının ve Kürt toplumunun yalnızca bir isyan ve kontrol sorunu olarak görülmesine yol açmış; bölgedeki ekonomik geri kalmışlık, eğitim ve siyasi temsiliyetteki eşitsizlikleri daha da derinleşmiştir. Öte yandan, Kürt toplumu içinde bu dışlayıcı politikalara karşı kimlik bilinci güçlenmiş, 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde bu bilinç, kültürel hak taleplerinin ötesine geçerek siyasal bir hak arayışına dönüşmüştür.
Bu tespit, modernleşme ve ulus-devlet inşasının, toplumsal dokuyu parçalama ve tarihsel ittifakları yok etme pahasına nasıl sürdürüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında Türk-Kürt ittifakını yeniden canlandırmak, sadece tarihsel bir yükümlülük değil, aynı zamanda demokratikleşme, toplumsal barış ve bölgesel istikrar için stratejik bir zorunluluktur. Böyle bir yeniden inşa, eşit vatandaşlık ilkesine dayanan bir hukuk düzeninin tesis edilmesini, Kürtlerin kültürel ve siyasi haklarının tanınmasını ve bu hakların güvence altına alınmasını gerektirmektedir. Aynı zamanda, bu ittifakın bölgesel bir perspektifle ele alınması, Türkiye’nin Ortadoğu’da barışçıl ve yapıcı bir aktör olarak öne çıkmasını da sağlayacaktır.
Kürtlerin doğal hakları (hakk-ı tabiiye) olarak anadil kullanımı, siyasal temsiliyet ve yerel yönetimlerde muhtariyet taleplerinin karşılanması, Türk-Kürt ittifakının yeniden ihyası için zaruridir. Bunun yanı sıra, Aleviler ve diğer inanç gruplarına yönelik dışlayıcı politikaların sona erdirilmesi, Türkiye’nin çok kültürlü dokusunu yeniden güçlendirecek ve toplumsal uyumu artıracaktır.
Tarihsel olarak Osmanlı’nın “siyaset-i şer’iye” anlayışından beslenen denge siyaseti (muvazene-i hikmet), farklı unsurlar arasında barışı korumanın ve ortak bir yönetim modelinin temelini oluşturmuştur. Bugün bu ittifakın yeniden tesisi, sadece Türkiye’nin demokratikleşme sürecini hızlandırmakla kalmayacak, aynı zamanda Orta Doğu’da çözülmeye yüz tutmuş çok etnisiteli yapılar için kapsayıcı bir yönetim modeli olarak ilham verecektir. Bu bağlamda, Türkiye’nin geçmişinden gelen çok kültürlü deneyimi, bölgesel barış süreçlerinde öncü bir rol oynayabilir.
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi gibi deneyimler, Türk-Kürt ittifakının barışçıl iş birliği paradigmasını besleyecek bir laboratuvar olarak değerlendirilebilir. Bu deneyim, yerel demokrasi, özerklik ve çok etnisiteli yönetim anlayışının pratikteki sonuçlarını gözlemleme imkânı sunmaktadır. Aynı şekilde, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile geliştirilecek stratejik ortaklıklar, yalnızca ekonomik entegrasyonu değil, bölgesel barış ve istikrarı da pekiştirecek bir sinerji yaratabilir.
Öcalan’ın demokratik konfederalizm tezi ise, ulus-devlet paradigmasının sınırlarını aşarak halkların eşit koşullarda bir arada yaşayabileceği yeni bir yönetim anlayışı ortaya koyar. Bu bağlamda, Öcalan’ın “post-national framework” (ulus ötesi çerçeve) önerisi, Türk-Kürt ittifakının yalnızca Türkiye’de değil, Orta Doğu genelinde kronikleşmiş etnik ve mezhepsel çatışmalar için dönüştürücü bir çözüm olabileceğini işaret etmektedir. Böyle bir model, sınırları aşan ortaklıkların demokratik ilkeler temelinde inşa edilmesine öncülük edebilir.
Halkların birbirine karşı sorumluluklarını ve ortak bir geleceği paylaşma idealini esas alan bu paradigma, barış, adalet ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulu yeni bir sistemin inşa edilmesi için büyük bir potansiyele sahiptir. Türk-Kürt ittifakı, tarihsel bağları yeniden güçlendirerek, hem bölgesel barışın sağlanmasını hem de Türkiye’nin çok kültürlü yapısının yeniden ihyasını mümkün kılacak bir fırsat sunmaktadır. Bu ittifak, Osmanlı’nın millet sistemine dayalı çoğulcu ve mütekabiliyet esasına uygun ilişki anlayışını, modern Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yorumlayarak, farklı etnik ve kültürel unsurların barışçıl bir biçimde birlikte var olabileceği bir siyasal düzenin temelini atabilir.
Bununla birlikte, bu dönüşüm sadece bir kültürel ve siyasal arayış değil, aynı zamanda Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünü yeniden tanımlayacak, bölgesel barışın önünü açacak bir fırsat olacaktır. Burada, demokratik ve adil bir yönetim anlayışının içselleştirilmesi, çok etnikli bir toplumun ortak değerler etrafında birleşmesini sağlayacaktır.
Türk-Kürt ittifakı, sadece geçmişin hatalarını telafi etmekle kalmayacak, aynı zamanda Orta Doğu’da uzun süredir çatışmalarla şekillenen mevcut “regional order”ın yerine, kapsayıcı, eşitlikçi ve sürdürülebilir bir düzen inşa etme yönünde bir model sunacaktır. Bu ittifak, sistem teorisi perspektifinden ele alındığında, toplumsal yapının dinamik alt sistemlerinin karşılıklı etkileşim içinde uyumlu bir şekilde çalışmasını gerektirir.
Türk-Kürt ittifakının başarısı, siyasal, kültürel ve ekonomik alt sistemlerin sadece eşzamanlı bir şekilde yeniden yapılandırılmasında değil, aynı zamanda bu alt sistemlerin birbirleriyle etkin bir biçimde işbirliği yapmalarında yatmaktadır. Örneğin, kültürel çeşitliliği kucaklayan bir siyasal sistemin oluşturulması, ekonomik işbirliği alanlarında ortak projelerin geliştirilmesi ve yerel yönetimlerde güç paylaşımının sağlanması, bu ittifakın başarılı olabilmesi için temel yapı taşlarıdır. Bu kapsamda, her iki tarafın da eşit haklarla temsil edilmesi ve toplumsal adaletin sağlanması, sadece Türkiye’nin içsel barışına değil, aynı zamanda Orta Doğu’daki dengeye de katkı sağlayacaktır.
Siyasal düzeyde, eşit temsiliyeti sağlayacak bir düzen kurulmalı ve demokratik talepler karşılanmalıdır. Bu model, aynı zamanda Luhmann’ın “toplumun alt sistemleri arasında fonksiyonel farklılaşma” ilkesine dayanarak, her alt sistemin özerk şekilde işlemesini öngörür. Bu modelleme, Türk-Kürt ittifakının sürdürülebilirliği için oldukça önemlidir; çünkü her iki taraf, kendi iç dinamiklerine ve toplumsal yapısına uygun şekilde hareket ederken, karşılıklı güven ve etkileşimle de birbirlerini destekleyecektir. Luhmann’a göre, alt sistemler arasındaki bu tür işbirliği ve etkileşim, toplumsal sistemin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için gereklidir.
Ayrıca, Türk-Kürt ittifakının esnek olması, toplumsal değişimlere uyum sağlayabilmesi ve bu değişimlere adapte olabilmesi, ittifakın uzun vadeli başarısını garantileyen önemli unsurlardır. Dolayısıyla, bu ittifak, sadece ulusal düzeyde değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel arenada da politik rönesans olarak nitelendirilebilecek yeni bir dönemin kapısını aralayabilir.
Bölgenin etnik, dini ve kültürel çeşitliliğini tehdit olarak değil, bir zenginlik ve dayanışma zemini olarak gören bu yaklaşım, hem Türkiye’nin hem de bölgenin demokratikleşme, istikrar ve barış sürecine anlamlı bir katkı sağlayacaktır. Türk-Kürt ittifakı, ortak bir tarih ve gelecek vizyonu doğrultusunda, bir arada yaşama idealini gerçek kılacak, yalnızca bir uzlaşı değil, aynı zamanda yeni bir yönetim modelinin temellerini mümkün hale getirecektir. Toplumun alt sistemleri arasında fonksiyonel farklılaşma ilkesine dayanan bu yaklaşım, bölgedeki çeşitliliğin yönetilmesinde, her alt sistemin özerkliğini ve karşılıklı etkileşimini temel alarak, farklı kimliklerin bir arada yaşamasını sağlayacak bir zemini oluşturur.
Son zamanlarda ortaya çıkan yeni küresel, bölgesel ve içsel dinamikler, Türkiye’nin tarihinde kritik bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Suriye ve Orta Doğu’daki askeri ve siyasi değişimlerin, Türkiye’nin güvenlik ve dış politikalarındaki etkisi büyürken, aynı zamanda Türkiye’nin iç meseleleri de ciddi bir dönüşüm sürecine girmiştir. Özellikle ekonomik zorluklar ve toplumsal ayrışmalar, ulusal bütünlüğü tehdit ederken, Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt kimliğini inkâr eden ve tekçi bir ulus-devlet anlayışına dayanan politikalarının sürdürülmesi, artık mümkün görünmemektedir.
Türk-Kürt ilişkilerinin tarihsel bağları, bu sürecin nasıl bir çözüm potansiyeline dönüştürülebileceğini gösteren güçlü bir referans noktasıdır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar uzanan süreç, Türk ve Kürt toplumlarının ortak bir geleceğe dair paylaşılan değerler ve anlayışlarla şekillenmiştir. Ancak bu tarihsel zenginlik, Cumhuriyet döneminde yanlış bir şekilde tahrip edilmiştir. Günümüzde ise, hem Türkiye’nin içsel krizleri hem de Orta Doğu’daki dönüşüm, bu ittifakın yeniden inşasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Hem iç dinamikler hem de dış politikadaki yeni realiteler, Türk-Kürt ittifakının, yeni bir siyasal düzenin temellerini atmak üzere yeniden gündeme gelmesini zorunlu kılmaktadır.
Kürtlerin talepleri, yalnızca etnik kimliklerinden değil, aynı zamanda demokratik, kültürel ve toplumsal haklardan kaynaklanmaktadır. Bu taleplerin karşılanması, sadece bir barış sürecini değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin önünü açacak ve bölgesel barışa katkı sunacak bir modelin inşasına olanak tanıyacaktır.
Türk-Kürt ittifakı, geçmişin hata ve yaralarından ders çıkararak, bugünün şartlarına uygun bir çözüm önerisi sunmaktadır. Kürt-Türk barışı hem Türkiye’nin demokratikleşme süreci hem de Orta Doğu’nun yeni düzeni için kritik bir dönemeçtir. Küresel bağlamda bölgedeki güç dengelerinin değiştiği, içsel toplumsal taleplerin yükseldiği bir dönemde, Türk-Kürt ittifakının yeniden şekillenen siyasi, toplumsal ve kültürel bağlamda canlandırılması, Türkiye ve bölge için hem bir zorunluluk hem de bir fırsattır. Bu, sadece bir barış süreci değil, aynı zamanda halkların eşit haklar temelinde bir arada var olabilecekleri, sürdürülebilir bir yönetim modelinin inşasıdır.