Dosyamızın dördüncü bölümünde dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ın meseleye yaklaşımını ve yaşananları ele alacağız. Bu dönem 28 Şubat darbesi ve Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ile sonuçlandı.
1993’ten günümüze Kürt meselesi ve çözümü (4)|: 1998 ateşkesi ve Suriye’den çıkış
Tansu Çiller’in Kürt meselesine çok keskin yaklaşımının ardından 28 Haziran’da Refah Yol Hükümeti göreve gelmişti. Başbakan olan Necmettin Erbakan Kürt meselesinin çözümü için girişimlerde bulundu. Bu süreç ise önce Susurluk ardından 28 Şubat darbesi ile son buldu. Özal’dan sonra Öcalan ile 2. temas bu dönemde gerçekleşti. Erbakan’dan sonra da 3. teması askerler yaptı. Süreç Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasına da yol açtı.
Erbakan’ın meseleye yaklaşımı neydi? Kürt meselesi için Refah Yol Hükümeti döneminde hangi adımlar atıldı? 28 Şubat’ın meselenin çözümüne etkisi ne oldu? Öcalan ile 3. temas nasıl gerçekleşti? Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasının ardından nasıl bir süreç yaşandı?
Millî Görüş Hareketi’nin tarihindeki en büyük başarıyı elde ettiği 1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21,37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu.
28 Haziran 1996’da Refah Yol Hükümeti
Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükümetinin istifasından sonra son genel seçimde birinci parti olan Refah Partisi’nin, Tansu Çiller’in DYP’si ile kurduğu Refah Yol Hükümeti’nde Necmettin Erbakan, 28 Haziran 1996’da başbakan olarak göreve başladı.
1997’nin ortalarına kadar iktidarda kalan ve 28 Şubat darbesiyle indirilen Necmettin Erbakan da Kürt meselesinin silahla çözüleceğine inanmayan politikacılardandı.
İktidara gelmeden öncede Kürt meselesi ile ilgili konuşmaları vardı.
Erdoğan’ın Erbakan’a verdiği Kürt raporu
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı yaptığı dönemde lideri Necmettin Erbakan’a “Kürt Sorunu Raporu” sundu.
Raporda meselenin nedeni ve çözüm önerileri sıralandı. Erdoğan’ın 8 Aralık 1991 tarihli raporu Erbakan’a teslim edildi. İşte rapordan bazı tespitler şöyle:
‘Bu bir Kürt sorunudur’
“Bugün “Doğu” veya “Güneydoğu Sorunu” olarak adlandırılan sorun, aslında bir “Kürt Sorunu” dur… Sorun gerçekte ulusal bir sorundur, yani bir Kürt sorunudur… Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde “Kürdistan” olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir… Kürtler’in konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçe’yle ilgisi olmayan müstakil bir dildir…” Raporun “Bizim görüşümüz ve tavrımız ne olmalıdır?” başlıklı bölümünde öneriler 12 maddede toparlanmıştı.
“Kürt diyelim”
Yeni dönemde RP olarak gelişmelerin gerisinde kalmak istemiyorsak artık Kürt sözcüğünü rahatlıkla telaffuz edebilmeli, Türkiye’de Kürt halkının çektiği onca acıya ve sıkıntıya tercüman olabilmeliyiz.”
‘Niçin bu kan akıyor?’
Erbakan, 1993’de Refah Partisi 4. Büyük Kongresi’nin açış konuşmasında Kürt sorununu ele aldı. Erbakan, bir soru sorarak kamuoyunun gündemine taşımak istedi:
“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde, ne oldu da bu husumet ortaya çıktı? Niçin bu kanlar akıyor?” (2). Ve ekliyordu:
“Kürt meselesi için her çözüm şekli konuşulabilir. Esasında meselenin bunca içinden çıkılamaz hale gelmesinin sebeplerinden biri, bu konunun bir tabu gibi her türlü tartışmanın dışında tutulmasıdır.”(2)
Erbakan, meselenin kaynağına inilmesi gerektiğini de ifade ediyordu :
“Bu sebeplerden dolayı, terörle mücadele, sadece askeri bir hareket olarak düşünülmemelidir. Bu konu, kaynağını ve sebeplerini ortadan kaldıracak çok unsurlu ve kapsamlı bir bütün olarak ele alınmalıdır.”
“…Yaşadığımız tecrübe, bu önemli problemin, şiddet ve terörle ya da zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir…” (2)Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993)
Başbakan seçilmeden önce Şubat 1994’te Bingöl’de şu ifadeleri kullanmıştı:
“Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım.’ Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir müslüman evladı, ‘Ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım’ deme hakkını kazandı. O Meclis yarın inananların eline geçecek. Bütün bu haklar kan dökülmeden verilecek.”.
Erbakan’ın Kürt meselesine yaklaşımını cesaretli bulanlar da vardı, daha ürkek yaklaştığı yönünde eleştiriler yapanlar da. Özellikle Kürtlere yönelik tavrının çok arada kaldığı yorumları yapanlarda vardı.
“Necmettin Erbakan ve kanat çırpan kelebek” başlıklı yazısında İrfan Aktan, şu eleştirileri yöneltmişti:
“Erbakan’ın Refah Partisi, HEP, DEP, HADEP’e ödetilen bedellerin binde birini bile ödemedi. Sadece iktidarları döneminde elde ettikleri gücü kaybettiler. HEP, DEP, HADEP çatısı altında siyaset yapanlar suikastlarla hedef alınıp öldürülürken, TBMM’den alınıp hapse götürülürken, binaları havaya uçurulurken, zorla kaybettirilirken, Refah Partisi Kürt meselesine dair birkaç rapor ve ümmetçi bazı beyanatlar dışında devlete, orduya nasıl yaranacağının hesabını yapıyordu.”
İsmail Nacar arabulucu
Necmettin Erbakan, tüm bu eleştirilere rağmen Özal’dan sonra meselenin çözümü için yöntem aradı.
Erbakan basında “Arabulucu Modeli” olarak yazılan bir süreç başlattı.
27 Temmuz 1996 günü Erbakan, Devlet Bakanı Fehim Adak, RP Milletvekili Fethullah Erbaş ve Yazar İsmail Nacar, Başbakanlık binasında yapılan “Kürt Zirvesi”nde bir araya geldi.
İsmail Nacar zirve sonrası her kesimden birçok özel görüşme yaptı.
Nacar, Akşam gazetesine verdiği röportajda neden kendisinin tercih edildiğini de şöyle açıkladı:
“Neden sizin etrafınızda gelişti olay?”
Sanıyorum, o dönemde hem Atatürkçü ve sol, hem de daha muhafazakar kesimlerin güvenini kazanmıştım. Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk’lar herkesle ilişkim vardı. Çözüm konusunda Baskın Oran, Doğu Ergil, Uğur Mumcu dahil herkes teşvik etti beni. Öcalan ile 1-2 saat süren telefon görüşmem oldu 14 Eylül’de. Daha sonra da defalarca görüştük. Öcalan da benim hakemliğimi kabul etmişti o dönemde. Öcalan’la hiç yüz yüze gelmedik ama saatler süren görüşmelerimiz oldu.”
Bozlak’ı cezaevinde ziyaret etti

HADEP MYK ve PM üyeleri. Elmadağ Cezaevi, 1998.
HADEP’in 24 Haziran 1994 tarihindeki kongresinde bayrak indirilme ve Öcalan posterlerinin asılması gerekçesiyle Genel Başkan Murat Bozlak ve 50 parti meclisi üyesi kongre salonunda gözaltına alındı . Murat Bozlak ve İstanbul İl Başkanı Hikmet Fidan 4 Temmuz 1996 tarihinde altı yıl hapis cezası aldı ve cezaevine konuldu.
Murat Bozlak’la cezaevinde görüşme
2013’te Murat Bozlak (2015’te hayatını kaybetti) HADEP Genel Başkanlığı döneminde tutukluyken yapılan görüşmelere ilişkin şunları anlatmıştı:
“Necmettin Erbakan da sorunu şiddet dışında yöntemlerle çözmek istedi. O dönemde HADEP Genel Başkanı olarak Elmadağ Cezaevi’nde yatıyordum. Erbakan, hapishaneye İsmail Nacar’ı gönderdi. Nacar bize ‘Hoca bu meseleyi önemli görüyor, HADEP’in de elini taşın altına koymasını istiyor’ dedi. Ben de kendisine ‘Hoca bu meselenin demokratik ve barışçıl çözümüne girecekse bize ne düşüyorsa yerine getiririz. Bırakın elimizi, başımızı dahi koymaya hazırız. Yeter ki bu mesele çözülsün’ dedim. Ancak 28 Şubat süreci ile birlikte iktidardan uzaklaştırıldı. Gidiş nedeni hem dindar kimliğe hem de Kürt kimliğine yönelik sıkıntıları gidermeye çalışması oldu. Yani Erbakan da Özal’ın akıbetine uğradı.”
Kısa bir hatırlatmada bulunacak olursak Murat Bozlak, partisinin genel başkanlığını yaparken hem silahlı saldırıya uğradı hem de cezaevinde kaldı.
Alıkonulan askerlerin serbest bırakılması süreci
Bu dönem PKK tarafından alıkonulan askerler de vardı.14 Haziran 1995 tarihinde yine Ortaklar Jandarma Karakolu’na baskın düzenlendi ve çatışma sonrası 8 asker alıkonuldu.
Çocukları PKK’nin elinde olan anneler o dönem çocuklarının serbest bırakılması için partilerin, STK’ların kapısını çaldı.
Erbaş, yaptığı basın toplantısında o dönem Şam’da olan Öcalan’a ‘Anaların gözyaşlarını durdur” diye çağrıda bulundu. ‘Barış heyeti’nin açıklamalarına olumlu yanıt verildi.
Askerlerden İsmail Başaran ve Mehmet Sıkılgan Ağustos 1996 tarihinde serbest bırakıldı. Ramazan Çelik, Tuncay Kavaklıoğlu, Hakan Pusat ise 8 Aralık 1996 tarihinde Zeld Kampı’na giden RP Milletvekili Fethullah Erbaş ile aralarında İHD ve MAZLUMDER’in de bulunduğu sivil örgütlerden oluşan bir heyete teslim edilerek serbest bırakıldı.
Heyette Refah Partisi Van Milletvekili Fetullah Erbaş, İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal, Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensarioğlu, yardımcısı İhsan Aslan , Çağdaş Gazeteciler Derneği temsilcisi Mustafa Erdoğan ile asker yakınları vardı.
Fehullah Erbaş yıllar sonra bu fotoğrafı şöyle anlatmıştı:
‘Kampa geldiğimizde, herkes dizilmiş. Sırayla herkesi öperken farkında olmadan Karayılan’la ve diğer örgüt yöneticileriyle de öpüşmüşüm. Zapkenarında silahları omuzlarında 500 kişi. 10 tane de ulusal basından kamera var. Nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Gerilla desem olmaz, asker desem olmaz, terörist desem çekip vururlar. ‘Selamünaleyküm’ dedim. ‘İstirahat için mağaraya geçtik. Karanlıkta bir şey göremiyorum. O anda flaşlar patladı. Kafamı kaldırdım, PKK bayrakları. PKK bayrağı altında poz vermiş durumuna düştüm.”
Her şeye rağmen tanık olduğu kavuşma anının çektiği bütün sıkıntılara değdiğini söyedi:
‘Bir an sanki herkes dondu. Sonra çılgınca bir sarılma. Bu manzaraya oradaki PKK’lılar bile ağladı. Kuzuların koyunlara kavuşması gibiydi. ‘İyi ki gelmişim,’ dedim.”
Öcalan ile temas
Öcalan 15 Ağustos 1996 da Erbakan’a yönelik ‘Fırsatları değerlendirin” başlıklı açık mektup yayınladı:
“….Bu vesileyle tercihim, müslüman kardeşliği çerçevesinde bu zulüm, bu savaş durumunun ortadan kalkması ve gerçekten güvenilir, kardeşçe adımların atılmasıdır. Kabulünü saygıyla bekliyorum. Size mektubum budur. Karşılığını da bekliyorum (…)”
TESEV’in ”Dağdan İniş – PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması/ Cengiz Çandar” başlıklı raporda Öcalan ile ikinci teması Başbakan Necmettin Erbakan üzerinden 1996’da kuruldu.
“Türkiye devletinin Abdullah Öcalan’la ikinci teması, Başbakan Necmettin Erbakan üzerinden 1996’da kurulmuştur. Erbakan, resmi sıfat taşımayan aracılarla Öcalan’a çatışmaların durdurulması ve çözüm aranması amacıyla sözlü ve yazılı (mektup) mesajlar iletmiştir. Sonrasında, Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyon hükümeti, askeri baskı altında 28 Şubat Süreci’nde 1997 yılında görevden ayrılmaya mecbur bırakılmıştır.”
Yorumlara göre Özal’dan sonra ilk kez bu kadar ciddi bir adım atılmıştı.
Haddam da aynı bilgileri veriyor
Hafız Esad’a 21 yıl süreyle cumhurbaşkanı yardımcılığı yapan Suriye eski Devlet Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam da 2011’de Hürriyet gazetesinde yer alan röportajında şu bilgileri verdi:
“1996 -1997 arasında Başbakan olan Necmettin Erbakan, danışmanları vasıtasıyle Lübnan’da faaliyet gösteren ve başkanlığını Faysal Mevlevi’nin yaptığı Sünni hareketi olan ‘Cemaat-i İslami’ ile ilişkiye girerek Türkiye ile PKK konusunda arabuluculuk yapmamızı istedi. Hükümet nezdinde değerlendirilerek sorunun çözümü için gerekenin yapılması kararlaştırıldı. Ben de Öcalan’ı çağırtarak kendisine durumu anlattım ve Türkiye’den ne istediğinin sorulduğunu bunu mektupla bildireceğimizi söyledim.
– Öcalan, Türkiye’den toprak istemediklerini, PKK’nın Türkiye topraklarının dışına çekilmesini kabul ettiğini söyledi. Elindeki dosyada bu istekleri yerine getirmek için hazırlanan planlar ve bilgiler yer alıyordu. Bu bilgiler çerçevesinde o yıllarda Ankara Büyükelçimiz olan Abdülaziz Rifai vasıtasıyla Başbakan Erbakan’a iletilmesi için bir mektup gönderdik.
Erbakan iade etti
– Erbakan bu mektuba verdiği cevapta ‘Bunlar bizim isteklerimizi karşılamıyor’ dedi ve bize Türkiye’nin şartlarını yazdığı yeni bir mektupla iletti. Bu mektupta ‘PKK’nın derhal silah bırakması ve Güneydoğu Anadolu toprakları dışına çekilmesi ile Öcalan’ın Suriye topraklarından çıkması isteniyordu. Ankara’nın bölgeye asker sevkettiği ve sınırda yığınak yaptığı, Akdeniz’de ise bir tatbikat hazırlığı haberleri geliyordu. Durum gerçekten ciddiydi. Büyükelçimizden ikinci mektubu alınca Öcalan’ı bir kez daha ofisime çağırttım ve Türkiye’nin şartlarını bildirdim. Kendisine PKK ile tüm ilişkilerimizi kesme kararı aldığımızı, Türkiye ile geri dönülmez bir yola girmek istemediğimizi söyledim, Öcalan durumu yakından izliyordu, şartları kabul ettiğini söyledikten sonra Ekim 1998’in ilk günleriydi yeni bir mektubu Ankara elçimiz Rifai’ye ilettik. Büyükelçimiz yeni mektubu ilettiğinde Erbakan ‘Tamam ancak Genelkurmay Başkanı ile görüşeyim sonra cevap veririm’ dedi ama daha sonra aynı mektubu Büyükelçimize ‘Bu mektup sizde kalsın’ diyerek iade etti.”
Öcalan: İki mektup geldi
Öcalan’ın İmralı Günleri kitabında da buna benzer bilgiler yer aldı.
“Öcalan, Refah Yol Koalisyonu döneminde de Başbakan Necmettin Erbakan’dan, Suriye’deki temsilcilerine iki mektup geldiğini açıkladı. Öcalan, tüm temasların arşivlerinde bulunduğunu belirtirken, “Aracı olarak gazeteci İlnur Çevik gönderilecekti, ancak mektuplar geldi” dedi. Bazı devlet yetkililerinden ateşkes önerisi aldıklarını belirten Öcalan, 1996 yılında Mesut Yılmaz iktidarı döneminde, Yılmaz’ın bilgisi dahilinde, yazar Alev Alatlı’nın Avrupa’daki temsilcileri aracılığıyla kendileriyle temas kurduğunu söyledi.”
Alev Alatlı bu iddiaları daha sonra yalanladı.
PKK yöneticilerinden Cemil Bayık da BBC’ye verdiği bir demeçte Erbakan’ın Kürt sorununu çözmek için kendilerine üç mektup gönderdiğini söyledi. Bayık, Erbakan’ın gönderdiği bu mektupların içerikleriyle ilgili daha fazla ayrıntı vermeyi ise istemedi. Bu mektuplaşmalar üzerine, 1996’da Abdullah Öcalan’ın geri çekilmeyi hayata geçirmek istediğini, ancak bunun hem bölgede ve dünyada barış isteyen güçlerin olmaması, hem de savaş isteyen bazı güçlerin mektuplaşmalardan haberdar olmaları üzerine gerçekleşemediğini belirtti.
“Daha çok kan akmaması için herkes uğraşmaktadır”
54. Hükümet’te Hükümet Sözcüsü ve Devlet Bakanı olarak görev Abdullah Gül de o dönem (8 Ağustos 1996’da) Öcalan ile görüşmeleri yalanlayarak, “Fakat bazı milletvekili arkadaşlarımızın görüşmeleri olursa buna da birşey demeyiz” dedi. Gül, PKK ile ilgili görüşme konusunda yöneltilen sorulara şu cevabı verdi:
“Devletin herhangi bir yetkilisinin PKK ile görüşmeye oturması sözkonusu değildir. Daha çok kan akmaması için herkes uğraşmaktadır.”
Gül, bir başka soru üzerine de şunları söyledi:
“Ordunun rahatsızlığı konusunda harhangi bir bilgim yok. Bu doğru da değildir. Bu tür kararlar alınırken gerekli birimlerin görüşleri alınıp bu çerçevede hareket edilir. Hükümetin farklı, askerin, ordunun farklı bir politika uygulaması sözkonusu de ğildir. En yetkili kişiler dinlenip, ona göre politikalar oluşturulur. Ama dediğim gibi milletvekili arkadaşlarımızın veya işadamlarının çeşitli görüşmeleri olursa bir şey demeyiz.”
Demirel’den sert açıklama
Daha bu görüşmeler sıcaklığını korurken, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel sert bir açıklama yaptı:
“Devlet canilerle pazarlık yapmaz…”
Bu açıklama yumuşama sürecini bitirmeye yetti.
Erbakan geri adım atmak zorunda kaldı.
‘Demirel olmasaydı çözerdik’
İsmail Nacar o döneme ilişkin de 2011’deki röportajında ayrıca şu bilgileri verdi:
“Neden başarılı olamadı girişiminiz?”
Erbakan zamanında sorunu yüzde yüz bitirme noktasına getirmiştik. Ama o odaklar Süleyman Bey’i (Demirel) devreye soktular. Süleyman Bey yardımcı olsaydı Erbakan zamanında bu işi biterdi. Neden yardımcı olmadı? Çevresinden duyduğum, ‘Bu tip bir çaba değerlidir. Ama Erbakan bu sorunu çözemez. Çünkü kendisi bir ‘sorun’ görüşünde olduğu. Bu yaklaşım, tanıdığım bazı askerlerde de vardı. Kürt meselesini ‘İslamcı bir iktidar, İslamcı bir başbakanın çözmesi’ fikri içerideki menfaatçi çıkar çevrelerini; bu kavgadan medet uman, resmi ideolojinin yapısından çıkar sağlayan bazı sermaye gruplarını; bir de başta İsrail olmak üzere Amerikan çevrelerini rahatsız etti. Zaten 28 Şubat operasyonu da büyük oranda yabancı operasyonudur.”
Kürt siyasetçi Gültan Kışanak ise Kobani davası savunmalarında o sürece dikkat çekmişti:
“Rahmetli Erbakan, PKK Lideri Öcalan’a mektup göndermiş biridir, bunu herkes biliyor fakat o çözüm için mektup gönderdiğinde bombalar patladı. Sonra da Şubat Darbesi yapıldı. İşte bu devletin derin yapısındaki kavgadır. Onun için 28 Şubat Darbesi’ni manşete atıp gazete çıkardılar. Bunların farkındayız. Son çözüm süreci başladığında, ben niyet okumuyorum birileri gibi en nihayetinde bir diyalog süreci vardı.”
Erbakan 1999’da Öcalan’a mektup gönderdiği yönündeki haberleri yalanladı.
O tarihlerde konuyu köşesinde yazan Cengiz Çandar, şunları dile getirdi:
“(…)Ancak, Erbakan’ın ve diğer Refah liderlerinin “iyi niyet”inden kuşkulanmak gereksiz olsa bile, bu “arayış”tan bir “çözüm” çıkabileceği konusunda da “ihtiyatı” elden bırakmamak gerekiyor. Zira, bu “arayış”ta dikkati çeken ilk nokta “içerik”ten ziyade “imaj”a ağırlık verilmiş olması. Öncelikle, bir “muhatap” sıkıntısı var. PKK’nın asla muhatap alınamayacağı, “devletin teröristle görüşmeyeceği” gibi bir “kural” söz konusu. Refah’m ve Erbakan’ın bu noktada “manevra alanı” yok gibi. O yüzden, bir yandan, Suriye Devlet Başkanı ve İran liderleri “muhatap” alınırken, diğer yandan da, “özel iç kanallar”dan PKK’ya uzanmaya çalışılıyor. Yani, PKK hem muhatap, hem de değil..Bu yüzden “çözüm arayışı”nın yönü ve yörüngesi de belli değil.. “Kürt sorunu=PKK”, “PKK=Terörizm” ve dolayısıyla “Kürt sorunu=Terörizm” mantığını uyguladığınız ölçüde, işin içinden çıkamazsınız. Çünkü, “denklem”i böyle kurmak yanlıştır.(…)”
Tüm tartışmalar yürütülürken, çatışmalar da devam ediyordu.
Libya’ya ziyareti
2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya’yı ziyaret etti.
Erbakan’ın Libya ziyareti sırasında Muammer Kaddafi’nin “Kürdistan kurulmalı, Türkiye iradesini kaybetmiştir, işgal altındadır” gibi sözler sarfetmesi ve Erbakan’ın bu sözler karşısında sessiz kalması, Erbakan’ı çadırda ağırlanması ağır eleştirilere yol açtı.
Susurluk Kazası
Tam bu tartışmaların yaşandığı dönemde 3 Kasım 1996, Türkiye’nin yakın tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul edilen Susurluk Kazası yaşandı. Hayatın olağan akışı içerisinde asla yan yana olmaması gereken kişiler bu kazada aynı araçtaydı. DYP’nin Şanlıurfa milletvekili Sedat Bucak yaralanırken, polis müdürü Hüseyin Kocadağ, kırmızı bültenle aranan cinayet sanığı ülkücü Abdullah Çatlı ve Gonca Us öldü. O dönemde kamuoyuna ‘sızan’ veya sonradan hazırlanan bazı raporlar, devletin içinde uzun yıllardır bir ‘çetenin var olduğunu’ ve özellikle 1990’larda PKK ile mücadele için oluşturulan bazı birimlerin zamanla faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir dizi suça bulaşan bir yapıya dönüştüğü belirtiliyordu.
Susurluk kazası ülkedeki tüm taşları oynattı. Siyaset, emniyet, mafya üçgeni ortaya çıkmıştı. Bu kazada ismi geçen ve daha sonra yargılanan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Erbakan-Kadafi görüşmesini bahane ederek, görevinden istifa etti. Yerine Meral Akşener İçişleri Bakanı oldu.
İçişleri Bakanı Meral Akşener oldu
Meral Akşener kendisinden görevi devralırken, “Ağar’ın yükselttiği çıta aşağı düşürülmeyecektir” dedi.
Bu dönem Tansu Çiller başbakan yardımcısıydı. Kazadan yaralı kurtulan Bucak, kendi partisinin milletvekiliydi. Yapılan araştırmalarda, devletin içindeki bazı kesimlerin kirli ilişkileri ortaya çıkmaya başladı. Araştırmalar sürdükçe, faili meçhul cinayetlerle ilgili ipuçları da günyüzüne çıktı.
‘Kurşun atan da yiyen de şereflidir’
Çiller parti grubunda yaptığı konuşmada “Bir ülke, millet ve devlet uğruna kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır; onlar şereflidirler” diyerek, Susurluk’a adı karışanlara sahip çıktı.
Susurluk davasından , Kürt iş insanları ve siyasetçilere yönelik cinayetlerle ilgili soruşturmalarda sonuca ulaşılmadı. Yıllar geçtikçe unutulan davalar, Türkiye’deki Ergenekon davalarıyla birlikte yeniden gündeme geldi. Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz, 1993-96 yılları arasında işlenen cinayetlere ilişkin 2010 yılında yeniden soruşturma başlattı. Bazı olaylarla ilgili davalar ise 2000’li yıllarda açıldı.
Genelkurmay’ın MGK raporu
Genelkurmay’ın 22 Kasım 1996 tarihinde hazırladığı Milli Güvenlik Kurulu raporunda HADEP-PKK “ilişkisine” dair, şu sıralar HDP karşıtı söylemlerle tıpatıp aynı ifadelere yer veriliyordu:
“Siyasal alanda örgüte militan temini yurt içinde HADEP vasıtasıyla olmaktadır. HADEP’in son seçimlerdeki oy potansiyeli dikkat çekicidir. (24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimlerde HADEP 1.171.623 oyla, yüzde 4,17 oy almıştı.) Bu legal görünümlü parti adeta PKK’nin asker bulma teşkilatı gibi çalışmaktadır. Bu partinin özellikle Diyarbakır’daki faaliyeti bölgede icra edilen operasyonlarda yaralı olarak ele geçen teröristlerin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ayrıca bazı insan hakları dernekleri ve legal görünümlü derneklerin de örgüte sempatizan yetiştirdiği bilinmektedir. Bu nedenle HADEP faaliyetlerinin pasifize edilmesi, devlet tarafından takip ve kontrolü, yurtdışı bağlarının kesilmesi, HADEP üzerinde sivil toplum, devlet ve üniversiteler vasıtasıyla ve medya aracılığıyla açık örtülü ve devamlı baskının her türlü yolla kurulması gerekmektedir.”
28 Şubat Darbesi
28 Şubat’ın sembolü olarak kabul edilen, Sincan sokaklarından tankların geçişi 4 Ocak 1997 tarihinde gerçekleşti. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir de yaptığı açıklamada, “Demokrasiye balans ayarı yaptık” dedi. 4 Ocak günü İçişleri Bakanı Meral Akşener, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ı görevden aldı ve Bekir Yıldız ertesi gün “silahlı çeteye yardım ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla tutuklandı.
Hükümeti kurma görevi Mesut Yılmaz’a verildi
28 Şubat 1997 günü gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 9 saat sürdü. Laikliğin demokrasi ve hukukun teminatı olduğu belirtildi, bildiri yayınlandı. Erbakan, MGK’nın ardından Başbakanlık görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini, meclis çoğunluğu Tansu Çiller’in liderliğindeki DYP’de olmasına rağmen ANAP Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi.
Böylece ANAP-DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan AnaSol-D olarak bilinen 55. hükümet kurulmuş oldu.
21 Mayıs 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın irticai faaliyetler nedeniyle kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurması üzerine Refah Partisi Ocak 1998’de kapatıldı ve Necmettin Erbakan bir kez daha siyasi yasaklı oldu.
Balyoz operasyonu
TSK, 14 Mayıs 1997 de “Balyoz Operasyonu” adını verdiği sınır ötesi operasyon başlattı.. TSK’nın hedefi Zap vadisi oldu.
Musa Anter Barış Treni
21 Ağustos 1997’de “Hanover Çağrısı” adlı kuruluş tarafından bir barış hareketi düzenlendi. 26 Ağustos’ta Brüksel’den hareket ederek Almanya, Avusturya, Macaristan, Yugoslavya, Bulgaristan güzergâhı izlenerek 1 Eylül’de Diyarbakır’da barış mitingiyle sonuçlandırılmak istenen ‘Musa Anter Barış Treni’, Dışişleri Bakanlığı’nın girişimiyle PKK bağlantılı bir girişim olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Diyarbakır’da yaklaşık 100 kişi gözaltına alındı.
24 Ekim 1997’de Demokratik Halk Partisi (DEHAP) kuruldu. 2002’de Anayasa Mahkemesi’nde, “örgütlenmesini tamamlamadan seçimlere girdiği” gerekçesiyle hakkında kapatılma davası açılan DEHAP, 19 Kasım 2005’de kendini feshetti.
TÜSİAD’ın Kürt sorunu raporu
TÜSİAD, Kürt sorununu tespit etmek ve çözüm önerilerinde bulunmak için dörtten fazla rapor hazırladı. 1997’deki raporda anadilde eğitim ve televizyon-radyo yayını konusunda açıklık olmadığı ve Anayasa’daki dil yasakları ve mevzuattaki öteki sınırlamaların kaldırılması gerektiği ifade edildi.
1998 ateşkesi
Öcalan, Türkiye’de birçok kesimin dolaylı olarak kendisi ile temas kurması ve dönemin Başbakan Necmettin Erbakan’ın girişimleri sonucunda 29 Ağustos 1998’de MED TV’de yayınlanan basın toplantısına telefon bağlantısıyla katılarak, 1 Eylül 1998 tarihinden itibaren ateşkes ilan ettiklerini duyurdu.
3. dönem Devlet-Öcalan görüşmeleri
Refah Yol hükümetinin sona ermesiyle birlikte, Öcalan ile müzakere sırası Genelkurmay Başkanlığı’na geldi.
Cengiz Çandar’ın “dolaylı görüşme” olarak nitelendirdiği temaslar, Genelkurmay’ın üst rütbeli komutanları ile 1997’de Bursa Cezaevi’nde yatmakta olan PKK’nin lider kadrosuna mensup Sabri Ok ve Muzaffer Ayata üzerinden Öcalan ile kuruldu.
Bursa Cezaevi’nden telefon aracılığı ile Şam’da bulunan Öcalan’la temas kuran Ok ve Ayata, PKK liderini askerlerin yaklaşımının ciddi olduğuna dair ikna etti.
Çandar’ın raporunda yer alan bilgiye göre, “Kıvrıkoğlu ekibi” olarak adlandırılan Genelkurmay mensupları, Abdullah Öcalan’a, “Türkiye’nin sınırlarının değişmezliğini ve toprak bütünlüğünü kabul etmeleri halinde, PKK ile her konuyu müzakere etmeye hazır olduklarını” söyledi.
Ve Çandar’ın raporunda şu bilgiler de yer aldı:
“Abdullah Öcalan, Muzaffer Ayata’nın söylediklerini aylar sonra bir açıklamasında teyit etmiştir. 20 Mayıs 2011’de ANF’nin yayınladığı İmralı avukat görüşmesinde, Öcalan, Kasım 2010’da Muzaffer Ayata’dan dinlediklerimizi daha da ayrıntılandırarak ve “asker içinde farklı fraksiyonlar”ın bulunduğunu öne sürerek, değişik askeri yetkililerin Kürt Sorunu’nun çözümüne farklı yaklaşımlarını isim vererek dile getirmiştir: Birinci komplo döneminde Gladio’nun başını çekenler Güreş-Çiller ekibiydi… İkinci dönemde ise Türkiye’deki Gladio’nun başını çeken kişi Çevik Bir’dir. O dönem Doğan Güreş rolünü Çevik Bir oynadı. Hatta bu Çevik Bir, [Hüseyin] Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanı olmasını istemediği için ona suikast girişiminde bulundu. Bu dönemde [İsmail Hakkı] Karadayı, daha sonra da Kıvrıkoğlu, her ikisi de savaşı sınırlandırmak istiyorlardı. Onlar da silahların susmasını, çatışmaların bitmesini, silahlı güçlerin bir yere toplanmasını, ondan sonra çözüme dair her şeyin konuşulabileceğini söylüyordu. Bize de haber gönderdiler. Cezaevine gidip Muzaffer Ayata ile görüşmüşlerdi, cezaevi üzerinden benimle de görüşme talepleri oldu. Muzaffer Ayata Tempo
Dergisi’ne anlatmıştı. Doğru söylüyor. Onlara ulaşmışlar, bana da daha sonra telefon ettiler. Avrupa’ya da bir temsilcilerini göndermişler. Ben onların bu savaşı sınırlandırma isteğine karşılık verdim. Çözüme şans tanıdım.”
‘1998’de Genelkurmay’dan gelip bizimle görüşenler oldu’
PKK’li Cemil Bayık konuyla ilgili BBC‘ye şunları anlatmıştı:
“1998 ateşkesi, devlet yetkililerinin bize ulaştırdığı mesajlar temelinde geliştirildi. Ordunun içerisinden, Genelkurmay kesimlerinden gidip, Avrupa’da arkadaşlarımızla görüşenler oldu. ‘Eğer siz ateşkes ilan ederseniz, çözüm için çaba göstereceğiz, artık bu savaş bu tarzda yürütülemez. Savaşla sorun çözümlenmiyor’ dediler. Biz de bunun üzerine 1 Eylül ateşkesini ilan ettik.”
Bayık, bu kişilerin isimlerini verebileceklerini ama vermeyi ahlaken doğru bulmadıklarını belirtti. “Peki bu askerlere daha sonra ne oldu?” sorusuna ise “Çözüm isteyen generalleri, subayları tasfiye ettiler” yanıtını verdi.
Öcalan’ın Suriye’den çıkışı
Bu süreç Türkiye açısından ise Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için başlayan bir süreç oldu.
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırında yaptığı açıklamada adeta Suriye ile savaşacaklarını açıkladı. Bunun ardından ise askeri operasyonlar tırmandırılınca ateşkes fiili anlamda son buldu.
Öcalan Suriye’den çıkmak zorunda kaldı.
Öcalan, Avrupa sürecinde de 1 Eylül’de başlattığı ateşkesi sürdürdü.