ABD seçimleri | Kim kazanırsa kazansın Avrupa kaybetti

‘ABD’li seçmenler yeni başkanlarını seçerken Avrupalılar, kazananın pek çokları için kabus olan Donald Trump mı yoksa transatlantik ilişkiler için çok daha iyi bir aday olarak görülen Kamala Harris mi olacağını merakla bekliyor.’

ABD seçimleri | Kim kazanırsa kazansın Avrupa kaybetti
ABD seçimleri | Kim kazanırsa kazansın Avrupa kaybetti
Haber Merkezi
  • Yayınlanma: 31 Ekim 2024 13:01
  • Güncellenme: 31 Ekim 2024 13:02

ABD’de 5 Kasım’da yapılacak seçimler, Gazze ve Ukrayna’da yaşanan savaş, Asya-Pasifik’te yükselen gerilim ve savaşın eşiğine gelen İsrail-İran çatışması nedeniyle gündemde yeteri kadar yer almasa da, siyasi analistlerin ilgisini çekmeye devam ediyor. Politico’da yayımlanan bir analiz, 5 Kasım seçimlerinin Avrupa’ya etkisini değerlendirdi.

“ABD’li seçmenler yeni başkanlarını seçerken Avrupalılar, seçimin galibinin pek çokları için bir kabus olan Donald Trump mı yoksa transatlantik ilişkiler için çok daha iyi bir aday olarak görülen Kamala Harris mi olacağını merakla bekliyor.” ifadeleriyle başlayan analiz yazısı şöyle:

İşte hayat boyu Avrupalı olan bir Amerikalı’dan bir tavsiye: ABD başkanlığı konusunda daha az, Avrupa’nın tehlikeli bir küresel sahnede nasıl tek başına mücadele edebileceği konusunda daha çok endişelenin. Rahatsız edici gerçek şu ki, Amerika’nın Avrupa’ya olan ilgisi son 30 yıldır azalıyor. İki aday da 1990’ların başındaki transatlantik altın çağını geri getirecek gibi görünmüyor.

Bu, seçimin Avrupa’yı etkilemeyeceği anlamına gelmiyor. Adaylardan biri, Avrupa mallarına yüzde 100 gümrük vergisi uygulamak isteyen ve seçilmesinin ertesi günü Ukrayna savaşını sona erdirme sözü veriyor. Ayrıca, Vladimir Putin’in hayranı. Putin’in Washington’u geri çekmeye yönelik tehditleri ciddiye alınmalı çünkü bu kez Trump’ın etrafı muhtemelen “Derin Devlet” engelleyicileriyle çevrili olmayacak. Harris ise ABD’nin küresel liderlik rolünde devamlılık vaat ediyor ve Avrupa’nın büyük umutlar bağladığı Phil Gordon gibi Avrupa hayranı bir danışmana sahip.

Ancak bir adım geri çekilirseniz, büyük resmin şu olduğunu görürsünüz: Avrupa Washington için eskisi kadar önemli değil. Yaşlanan ve küçülen, güç politikalarına alerjisi olan, kırılgan ve riskten kaçınan Avrupa, birçok Amerikalıda giderek daha fazla sevgi değil, alaycı bir küçümseme uyandırıyor. Tatil için iyi bir yer ve daha fazlası değil. Amerikan ve Avrupa ekonomileri arasındaki performans farkının Amerika’nın avantajına olacak şekilde amansızca açılıyor olmasının da bir faydası yok.

Transatlantik destekçileri haklı olarak ABD-AB ilişkilerinin Başkan Joe Biden döneminde iyi gittiğine işaret edeceklerdir. Biden’ın Ukrayna’ya verdiği destek (geçen hafta açıklanan 20 milyar dolarlık kredi de dahil olmak üzere) şahin vaatlerin gerisinde kalsa da kararlı bir şekilde devam ediyor. ABD, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan aracılığıyla Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile sıkı bir ilişki kurdu. Kariyerinin büyük bir bölümünü Avrupa’da geçirmiş olan Amerikalı film yönetmeni Whit Stillman, “Ukrayna savaşı nedeniyle ABD’nin Avrupa ile 70 yıldır olmadığı kadar tutkulu bir ilişki içinde olduğunu düşünüyorum” diye yazdı.

Ancak, Biden Amerika’nın son Soğuk Savaş başkanı olmaya aday. Onun ardından, Rusya’nın ABD çıkarları için temel bir tehdit oluşturduğunu düşünmeyen ya da Washington’un dünyadaki rolüne dair büyük ölçüde küçülmüş bir algıya sahip olan bir dizi politika yapıcı gelecek. Biden bile sıkıştığında Washington’un Hint-Pasifik bölgesine verdiği önceliğin ortaya çıkmasına izin verdi. ABD’nin Fransa’nın burnunun dibinden büyük bir denizaltı inşa sözleşmesini kaptığı AUKUS fiyaskosunu hatırlıyor musunuz? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron çok öfkelenmişti. Washington’un boğuk cevabı ünlü Don Draper repliğini anımsatıyordu: “Seni hiç düşünmüyorum.”

Perde arkasında Fransızlar, Avrupa’nın Washington tarafından nasıl görüldüğü konusunda genellikle açık görüşlüdür. Bir diplomat “Bu düşmanlık değil,” diye espri yaptı. “Bu kayıtsızlık. Bazen bu daha kötüdür.”

İşlerin ne kadar değiştiğini anlamak için, Pax Americana’nın altın standardının Avrupa semalarında en yüksek ve en gurur verici konumda olduğu günlere – ya da “Peak America ”ya ulaşıldığı güne – dönüp bakmak faydalı olacaktır.

Tarih 6 Haziran 1994’tü. Amerika’nın müttefikleri D-Day’in 50. yıldönümünü kutlamak üzere Kuzey Fransa’da bir araya gelmişti. Saksafon çalan genç başkan Bill Clinton gösterinin yıldızıydı. ABD Soğuk Savaş’ı kazanmıştı ve şimdi Avrasya’nın batısında askeri açıdan rakipsiz ama yine de 120,000’den fazla askere sahipti. Birkaç yıl önce Washington bir çağrı yapmış ve aralarında birçok Avrupa ülkesinin de bulunduğu 40 ülke Çöl Fırtınası Operasyonu’na (1991/ 1. Körfez Savaşı) katılmıştı. 

Kültürel açıdan da farklı bir dönemdi. NBA yıldızları Michael Jordan, Charles Barkley ve Larry Bird’den oluşan Rüya Takım, 1992 Barselona Olimpiyat Oyunları’nda zahmetsizce sıçrayarak ve top sürerek altın madalya kazanmıştı. EuroDisney – Paris’in eteklerinde bir tür Amerikan kolonisi kurmuştu. Gösterişli Herald Tribune’den Wall Street Journal Europe’a kadar Amerikan medya kuruluşları, Avrupa yaşamında hala büyük, küstah varlıklardı, zengin kadroları vardı ve çok saygı görüyorlardı.

Bugünkü durumla karşılaştırın ve kıyaslayın. ABD, biri hariç hemen her alanda Avrupa’daki ayak izini geri çekti ya da küçülttü – Facebook ve X gibi ABD’li teknoloji şirketlerinin ekranlarımızda az ya da çok hüküm sürdüğü, ancak hiçbir cazibe getirmediği dijital alan. NATO’nun kapısındaki sıcak savaşa rağmen asker sayısı 100,000’in çok altında.

Kıtadaki ABD diplomatları, Macaristan’daki David Pressman ya da Ukrayna’daki Bridget Brink istisnaları dışında, yumuşak yürüyen ve sopa taşımayan ürkek yaratıklar. Herald Tribune çoktan gitti, ana kuruluşu The New York Times’ın bünyesine geri döndü, Wall Street Journal ise Aşağı Manhattan’daki demir attığı yere geri çekildi. Teknoloji devleri bile tereddüt ediyor. Tüketiciler için yeni nesil yapay zeka araçları geliştiren teknoloji devleri, bunları Avrupalı kullanıcılara sunmaktan büyük ölçüde vazgeçmiş durumda. Avrupa’nın Yapay Zeka Yasası’na ters düşme riski çok büyük. Ya da belki de canları sıkılıyordur.

Washington’da çalışmış ve Henry Kissinger’ın biyografisini yazmış bir Fransız olan Jérémie Gallon’a göre ABD’nin Avrupa’ya olan ilgisinin azalması tek başına kötü bir şey değil. Ancak ona göre bu, Washington’un dış politika elitindeki değişimle bağlantılı tartışılmaz bir gerçek. “Ya aileleri göç ettiği için ya da Avrupa’dan gelen mülteciler oldukları için Avrupa ile organik bağları olan üst düzey yetkililerden oluşan bir nesil vardı. Kissinger, [eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew] Brzezinski, [eski Dışişleri Bakanı Madeleine] Albright. Hepsi bir şekilde Avrupalıydı” diyor Gallon.

Gallon, Avrupa’dan resmi olarak uzaklaşmanın Asya merkezli dış politika gündemini yürüten eski Başkan Barack Obama döneminde başladığını söyledi. Ancak Obama sadece halihazırda devam etmekte olan bir süreci hızlandırdı. “Şimdi Amerikan demografisini yansıtan yeni bir nesil yetişiyor” dedi Gallon. 

Avrupa’nın Amerikan elitlerinin gözünde küçülmesi eğitim ve kariyer tercihlerine de yansıyor. Mandarin dilinde uzmanlaşmak, bir diplomat adayı için Fransızca ve hatta Rusça’dan daha fazla hırs nedeni. Buna karşın Avrupa’yı jeopolitik bir varlık olarak incelemek basit bir uğraştır. Gallon, “Harvard’da Güney Asya çalışmaları binası büyük, parlak ve modern, açıkça prestijli bir bölüm. Avrupa Çalışmaları Merkezi tam da hayal edebileceğiniz gibi: küçük, biraz eskimiş.” diyor. 

Saatler 5 Kasım’a doğru ilerlerken, Avrupalılar ABD’nin daha fazla devre dışı kalması ihtimaliyle boğuşuyor. Harris’in kazanması halinde Beyaz Saray’ın Ukrayna’yı desteklemeye devam edeceği ancak Kiev’i çok da uzak olmayan bir gelecekte Rusya ile bir anlaşmaya doğru yönlendireceği düşünülüyor. NATO’ya yapılan yatırım tutarlı kalmaya devam edecek, ancak bunun altında yatan eğilim Hint-Pasifik bölgesine Avrupa’dan daha fazla öncelik verilmesi olacaktır.

Trump’ın kazanması halinde, tüm bahislerin kapandığına dair artan bir his var. Bazıları Trump yönetiminin rasyonel ya da en azından kendi standartlarına göre davranacağına, NATO konusunda masayı devirmeyeceğine ve Ukrayna savaşında her iki tarafın da zafer ilan etmesini sağlayacak bir anlaşma peşinde koşacağına inanıyor (örneğin, Putin’in saldırı operasyonlarına son vermesi ve toprak kazanması karşılığında Kiev’e daha fazla silah vererek ve bunların kullanımına yönelik tüm kısıtlamaları kaldırmakla tehdit ederek).

Ancak herkes bu kadar emin değil. ABD siyaseti hakkında açık konuşmak için adının açıklanmasını istemeyen üst düzey bir AB diplomatı “Trump’ın mantıklı davranacağına inanmak istiyoruz ama kimse emin olamaz” dedi. “Odadaki yetişkinlerin geri dönmesi pek olası değil.”

2016’da hazırlıksız yakalanan AB yetkilileri şimdi Trump’ın kendilerine yöneltebileceği her şeye hazır olduklarını söylüyorlar. Diplomatlar ve ticaret yetkilileri, Trump’ın AB ile bir ticaret savaşı başlatmaya çalışması halinde “hızlı ve sert” karşılık vermeye hazır olduklarının sözünü veriyorlar.  Ancak bu tür bir ticari kısasa kısas, Avrupa’nın ABD ile uzun vadeli ilişkisini tasavvur etmek söz konusu olduğunda tartışmasız işin kolay kısmı. Çok daha zor olanı ise ABD’nin Avrupa’yı korumak için önemli ölçüde ve kalıcı olarak daha az angaje olacağı bir geleceği planlamaktır.

Avrupa’nın teknoloji, savunma ve hammadde konularında daha bağımsız olmasını isteyen Brüksel’deki Avrupa Komisyonu da bu tonu benimsedi. Ancak gerçek şu ki, daha az Amerika’nın olduğu bir gelecek tasavvuru söz konusu olduğunda, blok derin bir şekilde bölünmüş durumda. Avrupa’nın “stratejik özerkliğini” savunanlar ne kadar hevesli olurlarsa olsunlar, bir Avrupa ordusu ya da Avrupa nükleer şemsiyesinin yaratılmasının arkasında bir ivme yok.

Bazı ülkeler – İskandinav ülkeleri ile bazı Orta ve Doğu ülkeleri – Paris’ten gelen baskıları Fransa’nın şirketlerini güçlendirmek için bir manevra olarak görüyor. Birleşik stratejik ve askeri hedeflere sahip daha güçlü bir Avrupa için yapılan önerileri, sadece Fransa ve Almanya gibi büyük devletlere boyun eğdirecek bir Truva atı olarak görüyorlar. Diğerleri içinse Putin’in Rusya’sı sadece varoluşsal bir tehdit. Amerika’nın koruyucu şemsiyesini kaybetmek hayal bile edilemez. Bu durum onları Rusya’nın nükleer ve konvansiyonel cephaneliğine maruz bırakacak ve inandırıcı bir karşı ağırlık oluşturamayacaktır.

Bazıları Trump’ın kazanması halinde bu tutumların değişmek zorunda kalacağına inanıyor. Ancak bunun alternatifi de bir o kadar olası: ABD’nin daha da uzaklaşması karşısında AB ülkeleri “her ülke kendi başının çaresine bakar” zihniyetine geri çekilecek, birbirlerine daha fazla şüpheyle yaklaşacak ve diğer süper güçlerle, yani Rusya ve Çin’le anlaşmalar yaparak avantaj sağlamaya çalışacak.