Kışın kırkında, Zagros’tasın!
Azad Barış 9 Şubat 2025

Kışın kırkında, Zagros’tasın!

Kışın kırkının tam ortasında, kevn ü mekân perdesinin ardına düşmüş soyunu arayan bir dağ şahini gibi, ayazın sert nefesiyle sarılmışsın. Her soluk, göğe yükselen bir ah, her adım, mukadder bir yazgının satırlarına nakşolunmuş bir kelam gibidir. Nefesin, ilahların unutulmuş sırlarına dokunan bir duaya dönüşmüş, gök ehlinin meçhul divanına kayıtlı kelimeleri fısıldıyorsun. Ve o kelimeler, kadim bir halkın talihine yazılmış, silinmek istense de her zemheride yeniden yankılanan bir hakikate dönüşüyor.

Ey zamana mühür vurup dilsiz kılınan ses! Sen ki dağların yaslı gölgelerinde, karı kefen eyleyip yürüyen bir seyyahsın, yeryüzünün zalimlerine ahir defter tutan bahtı kırık bir şahitsin. Nefsini kışın kırkında, ilahi sırdaşlığıyla terbiye eden, güneşe tapan kadim dervişlerin evladısın. Gecesi gündüzüne eş, rüzgârı ferman yerine geçen bu vadide, kaderin fermanı bellidir: Soğuk, yalnızlığı büyütür, ayaz, hakikati keskinleştirir. Sen ise başı dik, yalnız ve bîkes bir kardelen gibi, vuslatı muamma bir yolcunun sabrı ile yürürsün. Bilirsin ki, her kardelenin altında, toprağa kök salmış inatlar yatar.

Ezelden beri tanrıların unuttuğu, duldasız, kimsesiz dağların zirvesinde, rüzgârın dahi unutulmuş efsaneleri fısıldadığı yükseklerde yürüyorsun. Kar, yer ile göğü, geçmiş ile geleceği, hayal ile hakikati ayıran bir perde gibi örtmüş her şeyi. Ayakların, sanki bir hayale basar gibi yere değiyor ama soğuk, düşleri bozan bir keskinlikle yüzüne çarpıyor ve bir halkın direngen hafızası gibi, her baharda yeniden hatırlatmak üzere dağlara mühürleniyor.

Üşüyorsun. Bu bir kimsesizlik üşümesi! Kalbin kadar, ruhunun derinliklerine kadar, kemiklerinin iliklerine kadar üşüyorsun. Ve bu öyle bir üşüme ki, artık yalnızca bedenini değil, hatıralarını, sesini, varlığının en efsunlu köşelerini dahi sarmalıyor; sanki zamanın içinde donmuş bir anın içinde hapsolmuşsun gibi, bir devrin unutulmuş kışında mahsur kalmışsın gibi… Ama bilirsin ki, unutulmuş hiçbir kış sonsuza dek sürmez, her ayazın ardında, direnen ellerle yazılacak bir bahar saklıdır.

Ağır ağır yürüyorsun. Her adımında kar, geçmiş çağlardan kalan bir yankı gibi ayaklarının altında eziliyor. Her adımında rüzgâr, sana unutulmuş hikâyeleri anlatıyor; her adımında ayaz, teninden süzülüp kalbine ulaşan bıçak gibi keskin bir hatıra bırakıyor. Karın derinliklerinde kaybolmuş bir vadinin kalbinde, varlığınla tanrılara unutulmuş bir ilahiyi hatırlatıyorsun.

Kış, burada sadece bir mevsim değil; bir çağ, bir efsane, bir unutuş… Burada soğuk sadece bedenleri değil, hatıraları da mühürleyen bir kudret. Sen, umudun kanatlarına binmiş uzak iklimlerin hayalini taşıyorsun, ama burada, ayazın kalbinde, hayal bile bir nefes kadar kısa ömürlüdür. Yine de bilirsin ki, en kısa ömürlü nefes bile, yeterince yankılanırsa bir zamane destana dönüşebilir.

Ve yürüyorsun… Her adımında, soğuğun amansız keskinliğini, buzun yanığını gerçek kılan ürpertici dokunuşunu hissederek yürüyorsun. Artık bu üşüme, yalnızca bir kışın değil, bir çağın, bir yolculuğun, bir yalnızlığın, bir efsanenin üşümesi. Sen, zamanın ve mekânın ötesinde, Zagros’un kalbinde, tanrılara unuttukları eski bir ilahiyi hatırlatan bir kış yolcususun. Nefes almasına alıyorsun; fakat o nefes, göğsünde yankılanan bir fısıltıdan ibaret, varlığın sanki yalnızca buhar olup havaya karışan soluklardan müteşekkil. Her solukta bir zamanların azametli küheylanı gibi, artık mecalsiz, bitap, gözleri ferini yitirmiş, dizleri çözülmüş ve koşuyu terk etmeye hazırlanıyor.

Ölüm, bir dervişin seherde kapısına gelen vuslat misali, tatlı ve huzurlu bir fısıltıyla çağırıyor seni. Teni sabaha açılan pencerelerde titreyen bir esinti gibi, dokunduğu yerde bir ferahlık bırakıyor; zira artık o yorgun beden ve vakti geçmiş rüyanın yükünü sırtlamaktan yılmışsın. Bir yanın hâlâ inanmak istemiyor, hâlâ şüphede, hâlâ rüyanın içinde bir uyanıklık arayışında. Ama bilirsin ki, bir uzansan, dokunsan, her şey bir nefeslik kadar geride kalacak—ve belki de bütün bu ağır gerçek, yalnızca sislerin arasına saklanmış bir hayalden ibaret olacak.

Ve işte tam burada, kalbin, kaderin tereddüdüne inat eden bir destan gibi atıyor; nefsinle cenk eden bir cengâver misali, sükûneti reddediyor, pes etmeyen bir ezgiyle göğsünde yankılanıyor.  Belki de hayat tam da budur; fırtınaya meydan okuyan bir çınarın kökleri gibi toprağa sımsıkı sarılmak, devrilmemek, rüzgâra kapılıp savrulmamak… Ve belki de, her savrulmuş yaprak, sonunda yeni bir kök salacak toprağın habercisidir.

Varlığın özüne mühürlenmiş hakikatin, zaman ve mekânın ötesinde bir sabırla direnmesi gibi. “Sevgili kimdir sabrın ta kendisi olmasa?” derken eski şair, belki de kastettiği tam da budur; direnişin ta kendisi olan bir varlık! Ve bu direniş, en zemheride bile, toprağın kalbinde yeniden yeşerecek bir umut tohumudur.

Vadinin derinliklerine çöken sessizlik, bir kefen misali ufku sararken, o kefenin dokusunda yalnızca ölüm değil, dirilişin ve müjdelenmiş bir doğuşun sırrı saklıdır. Kar, soğuk bir perde gibi toprağı örterken, altında gizlenen öyle bir hakikat vardır ki, her bir kar tanesi bir hikâyenin, bir kaderin ve kadim bir menkıbenin harfleri gibi düşer yere. Belki de bu dağlar, ilk kelamın kapısı gibi açılır önünde ve sen, o kitabenin içinde bir kelime, belki de bir cümlesin; fakat o cümle, kendi mânâsını bulmak için sonsuzluğa muhtaç bir arayışın bizzat kendisi…

Burada zaman bambaşka bir surette akar; felek devranını unutur, gündüz ile gece birbirine dolanır, arz ile semâ arasındaki hudut silikleşir. Ne sabahın rûşeni belirir ufukta ne de gurûbun hüznü iner yeryüzüne. “Ey şeb-i yeldâ, beni terk eyle zira baktı felek, bir sabah bir şâm bir ömürdür âşıklar için.” Ve sen, o ömrün içinde bir kelime olmaya razı mısın? Sadece karın billur ışıltısı, rüzgârın kadim bir ağıt gibi uğultusu ve kalbinin yankısı vardır. O yankı, ezelden beri süregelen bir muamma gibi zihninde dönüp durur, “Hayat, yalnızca bir soluk mudur? Yoksa her nefeste yeniden kavminin kalbine akmak mıdır?” diye fısıldar.

Lakin bu sual, cevabını bulmak için değil, seni düşünmeye, hissetmeye ve varlığını kavramaya zorlamak içindir. Ayaz, ruhuna nüfuz eder; ama bu temas bir azap değil, bir irfandır. Çünkü her soğukta bir sıcaklık saklıdır, her zulmetin içinde bir nur. Zagros’un yücelerinde, dağın ruhları seslenir sana, rüzgârın sırrını taşıyan kelimelerle, karın derinliklerinden yankılanan kadim dillerde, güneşe tapanların zümrüt levhalarda saklı dualarında gizlenen ahenkle konuşurlar: “Ey insanoğlu,” derler, “Sen yalnızca bir beden değilsin; sen, Kevser’in yankısı, anti-Toros‘un gölgesi, geleceğin müjdecisi ve şimdinin sırrısın. Karların altında saklı duran bir tohum gibi, ayaz seni dondurmaya çalışsa da, içinde binbir baharı saklıyorsun. Bil ki, sen faniliğin ötesinde, ebediyetin yankısısın.”

Bu sözler, kalbinde bir nar-ı aşk tutuşturur; o ateş, keskin ayazı dahi bir dost kılar, rüzgârın soğuk kanatlarını eritir. Ve işte o an anlarsın: Soğuk, bir düşman değil, sırrı çözüldüğünde hikmetin kendisidir; çünkü bilirsin ki, zemherî olmasa bahar da olmaz, zulmet olmadan nurun kıymeti bilinmez, ölüm olmasa hayatın değeri anlaşılmaz. Ve sen, bu ahir imtihanı kabul edersin, bir adım atarsın, sonra bir adım daha, karın altında saklı olan toprağı hissedersin, o toprağın içinde saklı olan sıcaklığı, hayatı, umutla buluşursun.

Her adım, bir direniştir; ama bu direniş, sadece senin değil, senden önce gelenlerin ve senden sonra gelecek olanların da direnişidir; çünkü hayat, bir bireyin değil, bir bütünün hikâyesidir. Evrenin tefekkürüne dururken bir ışık belirdiğini fark edersin; ama bu, gökyüzünden gelen bir ışık değildir, bu, içinden yükselen bir ışıktır; o ışık, kadim ruhların, sana fısıldadığı bir sırdır, “Hayat, bir armağan değil; bir meydan okumadır. Ve sen, bu meydan okumayı kabul edenlerin en cesurusun.”

Karlar altında yürürken, ayazın seni sardığını, ama ruhunun ateşle yandığını hissedersin; o ateş, sadece senin için değil, senden önce gelenler ve senden sonra gelecek olanlar içindir. O kimsesiz dağların dışında dostların olmadığını anlarsın içine düşen buz salkımların darbeleriyle. İnsanın direnişi, bir varoluş şarkısıdır ve sen, bu şarkıyı söyleyenlerden biri olursun.

Kışın kırkı, bir mevsimden öte kadim bir öğretidir. Kar, bir son değil, bir başlangıçtır. Ve sen, o karın altında filizlenen bir tohum gibi, her şeye rağmen yaşamaya devam edersin; çünkü bilirsin ki, hayat, sadece nefes almak değil, her nefeste yeniden doğmaktır. Bu yüzden, her kışın kırkında, karın erimesi, baskı altında ezilen her sesin yeniden yankı bulduğu bir uyanışın habercisidir.

Ve nihayet, bu kışın kırkında, karın eridiği, zamanın yeniden şekillendiği o an gelir; her nefes, her adım, bir dönüşümün ilk izleri gibi keskin ve net olur. Yalnızca soğuk değil, aynı zamanda umut da toprağa düşer filizlenmek üzere… Ve sen, o kapıyı araladığında, zamanın en zor anlarında bile direnen bir varlık olarak, karın erimesiyle birlikte, yeniden doğduğuna tanıklık edersin.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.