Edebi metinler, kuramlar, günceler, manifestolar yazıyoruz. Şarkılar, denemeler, oyunlar, senaryolar… Ve köşe yazıları.
Aklımızda – belki belli aralıklarla – şu soru dolaşıyor: Neden yazıyorum; yazar ne için yazar? Ve yazının varsaydığı okur, niçin okur?
Dilbilim, göstergebilim, fenomenoloji hatta varlık felsefesinin uğraştığı bu ‘basit’ soruyu düşününce, aklıma Marguerite Duras’ın Pasifik’e Karşı Bir Bent Romanı geliyor.
*
Anakarada yaygınlaşan ‘sömürge topraklarında zenginleşme ve müreffeh yaşam’ vaadine uyarak, ailece gittikleri Fransa sömürgesi altındaki Çinhindi’nde, eşinin ölümünden sonra çocuklarıyla hayata tutunmaya çalışan yerleşimci bir kadının, rüşvet karşılığı bölüşüm yapan tapu müdürlüğünden aldığı verimsiz araziyi ekilebilir hale getirmek için sarf ettiği bitimsiz çabayı anlatır roman.
Sömürge toplumunu sarmış sefalet ve yozlaşmaya karşı çocuklarına görece güvenli bir gelecek sağlamaya çalışan, onları yanında tutmak isteyen anne, Pasifik kıyılarındaki arazide tarım yapabilmek için köylüleri de ikna eder ve arazi içindeki derme çatma bungalovu ipotek ettirerek kıyı boyunca bir bent yapmaya girişir.
Sayısız kişinin – açlık içindeki köylülerin, bakımsızlık ve hastalıktan mütemadiyen ölen küçük çocuklarını evlerinin yakınına gömen ve kalanlara bakım verebilme umuduyla yaşamaya devam eden ebeveynlerin – emeğiyle inşa edilen bent, her temmuz ayında olduğu gibi suların kabarmasıyla yerle bir olur.
Bu girişim, annenin çocukları nezdinde obsesif bir çılgın gibi algılanmaya başlamasına yol açacak kadar çok kez tekrarlanır.

Pasifik’e Karşı Bir Bent’in 1991 Fransızca baskısında (Gallimard/Folio) kullanılan kapak resminden.
*
Yazarlık ve okurluk durumumuz, işte bu okyanusa karşı, bizi çevreleyip kuşatan maddi ve aşkın güçlere karşı verilen mücadeleyi anımsatıyor.
Bir bent çekiyor olmalıyız ölümlülüğe, yok edilmeye ve yok sayılmaya – ya da Latife Tekince söylersek ‘dilsizleştirilmeye’ – karşı; bu kimi zaman, sırtındaki kaya durmadan tepeden aşağı yuvarlandığı halde onu yolun en başında bir daha omuzlayan Sisifos’un çabasına dönüşse de…
Heidegger, “Dil, varlığın evidir” der; Sartre’a göre ise dil, “Bizim kabuğumuz ve duyargalarımızdır. (…) Bedenimizin içinde olduğumuz gibi dilin içindeyiz”dir.
Yani dil salt ifade veya iletişim aracı değil, bilincimizin ve duygularımızın ikamet ettiği yerdir; bu yerden dünyaya bakar, başkalarıyla bu mekanda temas eder, bu temasla varlığımızı duyarız.
Dilin yitimi, dünyaya uzanan ‘duyargalarımızın’ tahrip olması, kimseye uzanamayacak kadar halsiz düşmek ve kimsenin uzanamayacağı kadar ıssızlaşmış bir adacığa dönüşmektir.
Yazarla okur arasındaki muhayyel bağ bu yüzden rastlantısal veya ikincil değildir; yazı işitilmek isteyen bir seslenmedir.
*
Okumak da bize ancak bütünlüğümüzü ve tekilliğimizi varsayarak ve tanıyarak yönelmesi mümkün olan bu sesi, bu çağrıyı işitmektir. Yazıda olduğu gibi tüm yapıtlar bir başkasını varsaydığı için vardır, ancak “öteki için ve öteki aracılığıyla var olabilir” (Sartre).
Rimbaud’yu anarak söylersek, “Ben bir başkasıdır”; o halde ve ‘bu halde’ söz kurmanın, düşünce alanları açmanın, okumakta ve söylemekte ısrar etmenin; birbirine bağlı ve bir arada varolmanın ilanı, koşulu, neşesi ve ödülü olduğunu önerebiliriz.
Virginia Woolf’un Romanları Tekrar Okuma Üzerine kitabının düşsel sonu, bu önermeye payanda:
“Bazen kendi kendime kıyamet gününü hayal ediyorum, krallar, fatihler ve devlet adamları mükafatlarını almak için sıraya giriyorlar (…) sonra Yüce Tanrı, bizi elimizde kitaplar ile gördüğünde Peter’a dönüp, en ufak kıskançlık kırıntısı duymadan ‘Bak, bunların ödüle ihtiyaçları yok. Zaten onlara bir şey veremeyiz çünkü onlar okumayı seviyorlar,’ diyecek.”
*
Merhaba!