Zeynep Şenay
Çocukluğumuzda sahip olabildiğimiz belki de tek varlığımız renkli hayallerimiz, rüyalarımız elimizden alınalı çok oldu. Masumiyetlerin üzerinde tepinilerek, güneşin altında pestil yapılalı da çok oldu.
Uçsuz bucaksız başak tarlalarında sararıp patozla dövülen, savrulan sarı saman buğday taneleri gibiyiz. Değirmende öğütecekler hepimizi. Ne insanlığımızı, ne vicdanımızı, ne merhametimizi ne rüyalarımızı , ne renklerimizi bıraktılar geride. Vasat varlıklara dönüştük. Bilmem ne zamandan, hiç tanımadığımız birinin yakın zamanda ölmüş bir uzak akrabasından, belki büyük büyük annesinden kalmış bir fincanın, bir sürahinin, ince ince işlenmiş eli belinde motifli kanaviçenin…
Ölümün ardından yaşlı, yalnız ve havasız kokan loş evin, loş odasından atılmış bu eskilerin bile, eskici arabasından taşan görüntüleri bizim görünümümüzden daha canlı, daha renkli. Asla kurtulamayacakmış gibi göründükleri, unutuldukları o loş odadan çıkıp da bir eskicinin, eskiciiiiiii çığlıkları eşliğinde ve paslanmış demir görünümlü elleriyle iterek gezdirdiği el arabasında sokak sokak geziyorlar. Ne umut verici bir tuhaflık. Eskilikleri, yorgunlukları, unutulmuşlukları ve savrularak atılmışlıklarına rağmen, tüm bunların yaratabileceği sersemliğin izi yok o eskilerde. Biz öyle miyiz peki?
Biz ne ara dönüştük bu kadar. Ne ara bu kadar ruhsuz, renksiz, korkak, soluk olduk. Hangi loş odanın, hangi karanlıkların esiriyiz, kaç yüzyıllık sessizliğin esiriyiz. Derin sessizliklerimizin içinde gezinen ruh neyin ruhu. Nedir, nedendir karanlık, havasız, kokuşmuş sığınaklarımızdan çıkmak istediğimizde solgun yapraklar gibi savruluşumuz.
Bir derenin kenarında bir çuval içinde hayalleri suyla boğulan, rüyaları, renkleri elinden avucundan, gülüşü yüzünden sökülerek suya salınan… Biz ne ara bu kadar karanlık olduk, bütün ışıkları tek tek kapatıp zifir karanlıklara koşar olduk. Ağaca, çiçeğe, böceğe, kediye, köpeğe, kadına, çocuğa ne zaman düşman olduk, niye olduk. Biz işin özünde neye düşman olduk, neyin öfkesini yoğuruyoruz içimizde, nefesimizde, bakışlarımızın boş ve anlamsız derinliklerinde. Bir çocuğun, bir kadının, bir kedinin, bir köpeğin… Bir başka canlının acısında, acıdan ve korkudan gerilen yüz kaslarında, kısılıp içine kaçan sessiz çığlığında, bedeninin acısını, korkusunu kusarken türlü türlü nöbetlerinde hangi öfkenin esiri oluyoruz, neyi yoğuruyoruz içimizde bir hamur gibi ve ellerimize yapışıp kalan hamur parçaları gibi her hücremize yapıştırıyoruz tüm bu kötülüğü. Neyin hazzı, neyin intikamı…
Zihnim böyle deli sorularla ve çağrışımlarla akıp gidiyor tüm umutsuz ve acılara daha da yaklaşan sabahlarda. Çaresizce atılan sessiz çığlıkları duyar gibi oluyor bedenim. Bir güneş doğuyor perde aralığından sonra, bir martı çığlığı, bir kedinin miyavlama sesi, bir köpeğin havlaması, bir kadının işe yetişme telaşı, bir çocuğun zorla evden çıkarıldığı sabahlara isyanı, gözyaşı, yakınlardaki fırının sabah sabah taze ekmek, açma, poğaça, simit kokusu… Hayatın, bize sunulan kısacık bir hayatın sesleri ve kokusu. Özlemle iç çekiyorum. Eskici arabasında gezinen ve hala kıymetinden hiçbir şey kaybetmemek için cesurca sokakları gezinen o eskiler gibi kendimizi bulup parlayacağımız, soluk renklerimizi atıp parlayacağımız günlere umutla, özlemle. Milyon yıllık insanlık ve uygarlık tarihinin izini süren, kazdıkları her yeni yerden yeni keşiflere uzanan tarihçiler, arkeologlar gibi bıkmadan usanmadan insanlığımızı keşfetmeye devam edeceğiz belki. İyi bir biz bulma, onu keşfetmeye olan özlemle.