Babasını tanırım, muhasebeciydi; babasının babasını tanırım mürettipti, iyi adamdı yaptığı kitapların hiç birinde hata olmazdı, yani İtalya’da mürettip hatası diye bir şey yoksa bu onun dedesi sayesindeydi! Bu aile, yani Eco’lar ilginç adamlardı, yedi kuşaktır, bütün erkeklerin ilk çocukları hep erkek oldu; Eco’nun da ilk oğlu erkekti. Birgün, aramızda Bizans’ı konuşurken demez mi, “Biz aslında Bizans’tan geldik.” O zaman anladım bizim Eco, köklerinden dolayı tarihçi, dedesinden dolayı kitap kurdu. Dahası, baba tarafından muhasebeciliği, listeleme işine yaramış. Serüven merakıysa Alexandre Dumas’tan geliyor. Ama yalana gerek yok, Dumas’ın kitaplarına ne annesi ne babası iyi gözle bakıyordu: Ne o şöyle bir şövalyeler bir ateş yakıyor, dumanları hangi yöne gitse, o tarafa gidiyorlar. İkimiz de Dumas’ı çok seviyorduk. Dumas’a resimli kitaplar eklendi; deniz yolculukları, çöller, çölde vaizler, gizli manastırlar, mağaralar, mağribi tenler. Bıyıklarımızın terlediği zamandı, iyi hatırlıyorum, “madem bu kadar okuduk, okuduklarımızın bir karşılığı olmalı” dedim; o da “haklısın” dedi… İki gün sonra geldi, dedi, “ben kahramanımı buldum…” Kim demeden, hiç yutkunmadan “Mussolini” dedi.
İşte, o gün beni dinlemedi, sonra dinlemedi, bu dinlemeler son bulmadı, en son geldiğimiz nokta: Beni hiç dinlemedi.
Konuşmak gevezeliktir, dinlemek erdem dedim ama yine de dinlemedi, ben de radyoyu açtım, “yine gam yükünün kervanı geçti” türküsünü dinledim… De!
Nisandı, sanırsın yağmur Adıyaman’dan Malatya’ya koşar gibi yağıyor, şimşekler at gibi kişniyordu, evlerin damları haraptı, içleri haraptı, kadınlar damlayan suları Kâhta işi bakır tepsilerde topluyor, sonra dışarı atıyorlardı; Monferrato sular altında, uzattım elimi, dedim, komünizmden korkma… O zaman kalın olmayan ince boynunu büktü, bana baktı, dedim “bir şey söyle” dedi ki “yok, yok.” Soranlar olacaktır, niye o kadar kilo aldı. Yanıt, çalışırken bile yemek yerdi. Neyse.
O gün bugündür, Eco, bir ayağını bugüne, diğerini Orta Çağ’a attı, oradan çıkmadı. İkimiz garip bir biçimde tapınakçıları araştırdık. Sonra anlaşamadık, ben içkiliydim, o da içkiliydi. Tarihsel bir intikam almanın zamanıydı. Dedim “bak bana, şu senin tapınakçılar, bizim haça tükürüyorlar.” Sustu, ben boyun eğdiğini düşündüm, ağzında rakıyı Melih Cevdet gibi üç defa çalkalayarak ve bunu ekmek gibi çiğneyerek yuttu, bana baktı, tıpkı tapınakçılar gibi bir anda yere tükürdü. Ben yeri, haç sandım, doğrusu buydu, yer haçtı, ben haçtım, bana tükürdü, olur mu? Kalktım, gözyaşları içinde yürüdüm, arkamdan geldi, ceketimi çekiştirdi, dedi, “o haça İsa gerilmedi mi?” Sarıldı, bir o ağladı, bir ben ağladım: “Yine zevrak-ı derunum kırılıp bir kenare düştü/ Dayanır mı şişedir bu reh-i sengi- sare düştü.” Kırıldım, çok kırıldım. Bir daha görmeyecektim…
Araya yıllar girdi, özledim, o da beni özlemiş, duydum ki yokluğum acı vermiş, kendini trompet çalmaya vermiş, kafasında bir kahraman bile yaratmış ki bu kahramanı mezarlıkta trompet çalıyor. Dedim şöyle bir görüneyim, o sırada 68 rüzgârı esiyor, dediler, oralarda bir yerde… O zaman saçlar omuzda, koltuk altımda Michael Maier’in Atlanta Fugies kitabının ilk kopyalarından biri, çantamda Marx ve Troçki’nin kitapları, en kısasından cümlem Frankfurt Okulu’nun bir ders yılı, sanki Yazko dergisiyim, yapılan her çeviriye güzel diyorum. Arada bir Naipul’a da mektuplar yazıyorum. Naipul bana Özgür Bir Devlette kitabının bir kopyasını yolluyor… İki gencin romanı bu, içimden diyorum ki Eco, bu iki gençten biri ben, biri sen; hatta kahramanlardan biri araba kullanıyor, o ben olayım, sen yanımda dur yeter, özlemişim, sonra sevgililerimizi çağırırız, çoluk çocuğa karışırız, istersen Nemrut’a çıkarız, demem o ki, bu romanda bir değil birçok tema bizi bekliyor, üstelik bu roman, eğer Samsat’ta yayımlanırsa tutar, kimse sinirlenip kızmaz bu adama, hatta istersen memleketimizde hiç kitap okumadan kritik yapanlar var, onlara söyleriz, bir yemek ısmarlarız, birkaç gazeteciye soru veririz, onlarda söyleşi yapar, kitabı günlerce överler, TV’ler yok, açık oturumlarda okumadan yorum yapanlar yok, başucumuzda sömürgeler, bak bu dönem, bu kitap, sömürgeciliğin bittiğini söylüyor, Afrikalılar kendi kendini yönetiyor, roman da olsa bu bir gerçek, bir kez inanmaktan ne çıkar ki, bak bu romanın gençleri köksüzlükleri yüzünden bu topraklara gidiyorlar, romana az kaldı, umarım sonunu beraber getiririz, umarım sonu hayrola…
Eco’yu buldum: Sincero Renata Sokağı, no 1’e haftanın iki günü geliyor. Burası bir urgancı dükkanıyla bir avlunun seçildiği tozlu bir geçide açılıyor, içeri girince, sağda, sınai arkeoloji sergisine yaraşır bir asansör var; ahşap, oldukça tozlu, sarmalımsı bir merdivenden çıktım, bir tabela: Garamond Yayınları. Kısa boylu, kambur biri beni karşıladı, “Eco’yla bir randevum var” dedim. Yalan söyledim. Eco deyince ilgileri arttı, yan tarafta biri vardı, editör, mutfağa davet etti, yemeğini bitirmişti, sırada belli ki peynir vardı, peyniri, et gibi yiyordu, bana kahve yapması için sekretere seslendi. Anladım, her yayınevinde olduğu gibi buranın değişmezi bu adamdır: Aradığını bulamaz, bir şey olursa, suçlu birini bulur ve herkes işine son verilmesin diye onu tutar, bu, o adamdır işte; yazarlar da onunla iyi geçinir, ona ithaf edilen bir sürü şiir vardır; Türkçeye çevirsek, Enis Batur’dur. Bir konu bulup konuşmaya çalıştım, köşede duran felsefe kitabından güç alarak, “ilgi alanım olanaksızlık” dedim. Tık yok, adam peynir yiyor: Çingene Kent Bilimi, tık yok; Aztek At Yarışları, tık yok. Göstergebilimle acaba damarlarına sızabilir miyim? Mors Biçimbilimi, tık yok; Antartika’nın Biyatı, tık yok; Asur/ Babil pulculuğu, tık yok; Braaille İkonbilimi, Sahrada Kitle Psikolojisi, tık yok. Kılı kırk yarıyorum. Şiir kurtarabilir mi beni? Ya da film yıldızları, şarkıcılar… Havalı görünmek için pencereden dışarı baktım, Blaise Cendrars’ın bir dizesini mırıldandım: “Rastladığım bütün kadınlar ufukta yükseliyordu…” Blaise ve Apollinaire’nin arkadaşlıklarından söz ettim, iki elimi açtım, dedim, New York ve Zone şiirleri iki kule gibidir, sanki beni dinliyormuş gibi Cendrars’ın tarzı fotoğrafiktir, sesler, efektir, imgeler hızla değişir insanda halüsinasyona yol açar dedim, olmadı, ekledim, bu tarz, nesrine de etki yapmıştır, örnekler verdim, bir an göz göze gelelim, beni dinlesin diye bir akordeon gibi çekildim, sanki bir teldim ve bu adam da beni dinlemeyerek acı veriyordu, ben de karşısında boşuna dönen bir tekerlek gibi ha bire kelimeler türetiyordum…
Bir saat sonra Eco geldi, sarıldık, ayaküstü sohbet ettik, yıllar yalnızca sesimizi etkilemişti, bakışımız aynıydı. Hemen işlerini topladı ve yarım saat geçmeden kendimizi dışarı vurduk. Pilade’ye gittik. Burası güzeldir. Yalnız oturduk. Kitaplardan söz ettik. Naiupul’dan, onun bana yazdığı mektuplardan söz ettim. Hafif kıskandı. Afrika’ya giden beyazlardan söz ettim, “gitmek istiyorum” dedim: “Birlikte gidelim, özgürlüğe gidelim, özgür vatana…” Eco, sırıttı, dedi, “ben gelmem…” Nedenini sordum, yanıt vermedi. Derken araya yuvarlak yüzlü, tıknaz biri girdi, açtı ağzını yumdu gözünü: “Buraya gidenler köksüzlerdir, toprakla bağları zayıftır, bir süre gitmek isterler, giderler, sonra bir bakarsın, beyazlıklarını hatırlarlar, oraları kendi hayallerine göre biçimlendirmek isterken orayı biçimsiz bir hale getirirler, önyargıları oluşur, kavga ederler…” Hak verdim, Eco da sustu.
Eco, edebiyatla ilgilenmiyordu, açıkça söyledi ama her bir şeyin onda kurguya dönüştüğünü de eklemeden edemedi…
Anladım, aklı fikri aynı yerde, Orta Çağ’da. Hep orda, bir yerde kalmak, burada yaşamak, buranın yansımaları üzerinde durmak ona büyük bir keyif veriyor. Tezinden söz etti, tezi için Paris’te bir anda yeni caddelerin gözlerinden yok olduğunu söyledi, “zamanı sildim” dedi. Sordum, “cadde ve sokaklar gidince geriye ne kalır?” Yanıtladı: “İnsan.” Bir de demez mi, ben elli yaşına gelinceye kadar roman yazmayacağım… Güldüm, içimden sen ne roman ne ve ille de niye elli yaş, kırk sekiz olamaz mı?
Şairler kırkında iyi şiirlerini yazardı, ama aksisi de vardı; Neruda, yirmilerinde en güzel şiirini yazdı, kırkından sonrakiler ihtiyaçtı: Halkın ihtiyaçları! Yeats, kırkında şiire başladı. Eco, “elli” dedi, sorum, derdim, niye 48 değildi. Görüşeceğiz dedim, güldüm, çünkü insanın içindekini bilirim.
Sonra tapınak şövalyelerinden söz ettik, bizim dizi filmlerde hep yüzlerini örtüyorlar, ha bire bizim kahramanlarımız onları öldürüyor. Eco, “Bana sorarsan” dedi, “bu filmleri yapanların hiç biri Jacques de Molay’dan haberdar değil. Bile bile kralın çağrısına yanıt verdi, bile bile Paris’e geldi. Biliyorlardı, kral onları iblislikle suçlayacak ama yine de geldi, hatta yedi yıl hapis yatacağını, sonra bir kütüğe bağlanarak yakılacağını da biliyordu, yine de geldi. Niye geldi.” Eco, “anlaşmak için” dediği an, elimi masaya vurdum, ağzımdan sigaramın külleri bir bir yere döküldü, ellerim titredikçe titredi, boyun damarlarım yay gibi gerildi, Eco korktu, su istedi ama ben, öfkemi dindiremedim… Dedim, “geldi, ama ölmek için değil, ölümü bile bile geldi, kralın kulağına da dedi, bu yaz sende yanıma geleceksin, öleceksin dedi ve nihayet öyle oldu, kral öldü. Karısına, ölmeden önce şunu söyledi, Molay’ın iki eli boğazımda, boğazımda bir akrep gibi parmakları…”
Sen misin bunları diyen, Eco beni dinlemedi, bir daha seninle konuşursam ne olayım deyip gitti. Giderken söylendi: Dünya biliyor ki Molay, hükümdar gibi yaşamadı…
Araya on yıl girdi. Sanki Türkiye’den on yılda bir darbe olurcasına yine karşılaştık. Sanki aramızda bir şey yokmuş gibi davrandı, bir kız arkadaşı vardı, kız polisiye roman seviyordu, sanırım onun gözüne girmek istiyordu ama bu sefer akademi yerini edebiyata bırakmıştı, tıpkı ellisinde yazarım demesi gibi bu sefer beş yüz sayfalık bir kitap yazacağını söylüyordu, konu Orta Çağ’dı, kahraman rahipti… Bir rahip gözünde canlandı. Bana sordu, “Orta Çağ rahibi nasıl biridir?” Dedim, zamanı belirler, halkımız onunla uyanır, onun için çalışır, o uyuduğu zaman uyur, sonra ki günde onun belirlediği ücretle, ürünler pazarda satılır, kazanan hep o olur…
Bundan etkilendi, samanlı kâğıda rahip çizdi… Bu rahiple konuşur gibi de benle konuştu. Tarihçinin hayal gücüne roman mı demeliydim, bilmedim. İki yıl sonra baktım yanıma geldi, ben saat tamir ediyorum, “Sarkisim” dedi, roman tamam: Gülün Adı. Üstelik elli yaşına az bir zaman kala. Hem Orta Çağ hem polisiye. Beni dinlememişti ama şimdi elinde bir belge vardı, “oldu” diyordu.. İş güçten zaman ayırıp romanı bitirmemiştim ki bu sefer de arka sıradan iki biletle yanıma geldi: Sarkisim, Gülün Adı’nı izleyelim mi? Film olmuş. Gittik, romanı daha bitirmeden filmi izledim. Filmi çok iyi, çok sevdim… Zehirli kitap yaprakları sahnesinden sonra yayınevlerine telgraf çektim, kitapları naylonla kaplayın, dedim, okuduğum kitaplardan korktum. Bu işin Enver’i var, Talat’ı var, Cemal’i var. Ben böyle düşünüp, herkesi olumsuz yönde etkilerken Eco beni yemeğe çağırdı, azarladı, “iki yılda yazdım” dedi “ama elimde yüzlerce dosya var, kırk yıldır da bu mevzu…” Çocukluğumuza döndüm, Dumas’a döndüm, dedesine döndüm, sesimi çıkartmadım, anti propaganda iyi bir şey değildi. Ben dinleyen bir adamdım, özür diledim, bundan sonra dedim, Eco bu kitabı, kırk yılda yazdı, doğrusu buydu, hakkını teslim ettim, Süha Oğuzertem de bana hak verdi, “tarihsel olarak doğrusu bu” dedi. Tekrar iyi arkadaş olduk. Arkadaşlık kırbaç gibidir, at olmayınca şaklamaz. Ben Attila İlhan gibi kendini beğenmiş, mazohist biri değilim, çocuklar gibi seven, dev gibi acı çekemezdim. Hem acıda samimi olmalı insan değil mi?
Anladım ki Eco, artık edebiyatçıdır. Başka kitaplarda yazacak, tarihten yola çıkacak ama kahramanlar yaratarak onlarla konuşacak. Bizim Carr’a sordum, o da hak verdi, dedi, “Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog” vardır. Ne desem, iyi bir romancı iyi bir gurme olmak zorundadır. Mesela Kemal Tahir pilav severdi ve Devlet Ana’nın bütün adamları pilav ve et yerdi; Tarık Buğra’da nasıl bir bağlantı kurduysa güveç yedirirdi Osmancık’larına. Pilav ve güveç arasında sosyolojik bir sorun vardır. Birinde bakırın altı çiziliyor, diğeri toprak işi… İşin içinden çıkmak için Murat Belge’ye baş vurdum, dedi, ben yemek işlerini Hale’ye bıraktım…
Baktım kimseden olumlu yanıt alamadım…Tolstoy’a gittim, adam bir edebiyatçı ama bir o kadar da liderlik havası var. O gün anladım, büyük yazarlar, gerçek liderlerdir. Tolstoy’a kimi sorsam küçümsedi. Napolyon’u küçümsedi, “olaylar karşısında serin kanlı değil” dedi ve onun karşısındakileri de bir kalemde sildi attı. Biz, Dostoyevski’yle sırf bu yüzden Napolyon hayranlığımızı dile getirmeye korktuk; ben küçük bir heykelini aldım, Dostoyevski, kahramanı üzerinden gizli hayranlığını dile getirdi. Bu da bir şeydi.
İşte tam buralarda Eco, yeni bir şeyle karşıma çıktı. Orta Çağ’dan çıkmıyordu, bu sefer iki değil, yedi yıl çalışmıştı, derdi, tapınakçılardı, tarihi bugünlerde arıyordu, yıl, 68 rüzgarının estiği yıllardı. Sembollerin muğlaklığından söz ediliyordu. Bir sembol ne kadar muğlaksa, bir edebi eserde o kadar güç kazanırdı. Buna “sır” adını verdim, Eco burun kıvırdı ama hak verdi, doğrusu hat vermek zorunda kaldı, şişti. Bunu fırsat bilip “çünkü” dedim, “Sırrın içini okur doldurur ve sır ne kadar boşsa, buradan edebiyat güç kazanır…”
O zaman daha tıfıl olan, sonradan dünyanın en dar sokağı ve heybetli katetraliyle meşhur Exeter’de öğrenci olacak olan biri de bizi arkadan dinliyor. Eco, ne derse not ediyor, hafiye gibi… Bir edebiyatçı kitapların ve ruhların hafiyesi olmalıdır, bu olmayınca meşhur olur ama hiç mesut olmaz. Bu çocuk tuttu, Eco’nun Faucault Sarkacı’ndan Da Vinci’yi çıkarttı, ne düzey ne yüzey bıraktı, çarptı, çarpıttı… Evet, Masonlarla, Cizvitlerin entrikaları vardı ama bu bir sır değildi. Eco ilk başta çok sinirlendi, sonra dedim, Ecocuğum, “Belki böyle bir yazar yoktur, olmaz mı?” Güldü, Sarkis dedi, “işte sır bu…”
Beni dinlemişti, mesuttum. Eco böyleydi, kim ne derse etkilenirdi, ne okusa etkilenirdi, biri ona en çok hangi yazarı seviyorsun diye sorduğunda onu susturmak için hemen Joyce ve Borges derdi. Ama biliyorum ki edebiyatına nüfus eden asıl kişi Aristo’ydu, John Locke idi ama bunları söylemezdi. Ne diyeyim, kafa onun kafası, Türk Tarih Kurumu değil, her bakana göre yayın üretsin…
Birkaç ay sonra ilk ben okuyayım, yorumlayayım diye bana Faucault Sarkacı’nı getirdi. Oyun oynaması hoşuna gitti. Bu oyunu sürdür dedim, oyun zihni açar, bilgiyi besler ama çok kaptırma kendini…
Sen ne dersen o, dedi. Bilmiyordum ki şu edebiyatçılar çok kurnazdır, işleri bitinceye kadar ayıya dayı derler, sonra da ortalıkta eserim diye gezinirler, hatta küserler, hatta bir daha seni görmezler, artık hep haklıdırlar, muşhurdurlar ya. Neyse romanı okumaya, bir yandan da not almaya başladım. Bütün notlarım bitince, Eco’yu çağırdım dükkana, ben ıhlamur, o ada çayı içti. Dedim….
Romanın karakterlerine baktım, en çok Abulafia’yı sevdim, dedim, bu karakter iyi, nedenini söyledim. “Bu” dedim, “örüntülerle anlam bulmadır. Anlaşılması güçtür, ortada çürütülmez bir mantıkta vardır.” Eco, “aç mısın” diye sordu. Anladım, beni dinlemiyor. Duymadım hiç, beyaz gürültülerden söz ettim, bunlar dedim gizli örüntüleri bulmak için içgüdülerimizdir ve Abulafia insan kimliğinin bir temsilcisi olmalıdır, sen onu, girdileri rastgele bir hale sokarak bağlantılarını zayıflatmışsın… Bir de ekledim, kahraman yerine sen konuşma, Casaubon sen değilsin, senin yarattığın biri, o birden “Arketipler yoktur” diyor, ayıp, beni dinle, bu sözler, 68 kuşağının sözleri… Yine dinlemedi… İroni yapmak istemişsin, Yunan’a vurgu yapmışsın; üç romantik ilgi… Nedir bunlar: Gökyüzü (Zeus), denizler (Poseidon), yer altı (Hades)… Lia var sonra, anne mi, arketip olarak ailevi bir aşk meselesinin düğümü mü? Storge ne demektir Eco? Aile bireyleri birbirini sever, karşılıksız sever, neden sevdiklerini bilmeden sever; baba ve anneler çocuklarını sever… Derdimiz bu mu? En sevilmez olanı sevmek diye bir derdimiz yok mu? Sonra şu Belbo, doğru söyle, trompet çalıyor, bana gıcık mısın? Ondan mı bu adama mezarlıkta gezdiriyorsun… Yani açıkça bana, senin kökün mezarlıkta mı demek istiyorsun? Konuş. Çünkü bütün hikayeyi yönlendiren o, bütün iplikleri birbirine bağlayan o. Ya o iştahı bahşettiğin Diotavelli? Bir insan mı, ruh mu?
Romanı bitirdim, bir kağıda yazdığım dört harfi altta alta yazdım: A B C D.
A: Abulafia. B: Belbo. C: Casaubon. D: Diotaveli…
Yani sarkaçtaki her karakter alfabetik sıraya göre dizilmişler. En çok elbette Abulafia’yı sevdim. Sırrı ortaya çıkarttım…
Eco, beni dinlemedi, notlarımı alıp gitti. Ölüm haberini alınca mezarına gittim, trompet çaldım… Ona söylemedim hiç, aynı onun gibi bende trompet çalmayı öğrendim, mezarı çok milletler, müzikten başka neye sığanabilir ki? Eco, beni yine dinlemedi.