Alexandre Dumas beni dinlemedi
Samsatlı Saatçi Sarkis 13 Nisan 2025

Alexandre Dumas beni dinlemedi

Dumas beni dinlemedi, yan yana yürüsek koluma girdi, hayatı boyunca düşmekten korktu. Samsat’ta derler, düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Bunu dedim. “Sadece bu değil” dedi: fiziki korku. Bir de başka bir korkusu vardı: ruhsal. “Korkunun üstüne gidelim, bir şeyler yapalım” dedim.

Bir roman yazdı. Zaten hep yazardı. Aklı fikri eski zamanlardaydı. Şövalyelerle ilgili en az benim kadar bilgi sahibiydi. Şövalyelerden bir yakınımız gibi söz ederdik. Ama bu romanı bir başkaydı. Ben çok sevdim. İlk önce, yıllar yılı çözemediğimiz bir meseleyi (düşmemek), bir kahraman yaratarak çözmüştü ve bu kahramanı maskelerle donatmıştı: Edmond Dantes’ten bahsediyorum, bu adam benim, on altı yaşımın kahramanıydı. İkiyüzlü ve sahtekârdı; bazen kont oluyordu, bazen papaz, bazen de lord. Her yaşımıza, her bir adla, bir maske takıyordu, ne istiyordu ki benden. İtiraf mı, çağrı mı ve en can alıcı olan düşmemek için taktığı her maske de bu kadar inandırıcı olmak zorunda mıydı; papaz olurken din adamlarının, lord olurken vatanseverlerin, kont olurken saray soytarılarının maskelerini düşürmekten bana neydi? Toplasam, çarpsam, çıkarsam Edmond’un tek derdi vardı, güçtü! Onca kişi olmaya gerek var mıydı? Bir dedenin torunu olmak, anamdan başka kadın tanımayan bir babanın oğlu olmak neyime yetmiyordu. Ninemin anlattıklarını saymıyorum bile, onca okula, kitaba ne gerek vardı? Neyse.

Sonraki yıllar, Marcel Proust’u tanıdım, o da bana kitaplarıyla geldi, sırf başkasının kitap ve yazılarını okumaktan kendi yazılarımı yazamadım, o da bir tip yaratmıştı ve ondaki tip de tıpkı bizim Edmond’un kadın haliydi; adı, Albertine idi. Albertine’nin sayısız yüzü ve görüntüsü vardı, hangi yüzünü seveceğimi bilmedim. Dengesiz mi, küfürlü konuşan biri mi, hanımefendi mi, lüks düşkünü mü? Dahası anlatıcıyı ortaya mı çıkartıyordu, baştan mı çıkartmıştı, neydi? Proust’la aynı fikirdeydim, o da buna şaşırıyordu; Paris’te, topla, çarp, çıkart, bir altı ayları vardı, sonra Albertine kaybolunca, aydınlık sanılan zaman karanlıkta kalmıştı. Aşkın kısa süreni, tesir yapanı mühim miydi bu kadar? Edmond ve Albertine saklanan kimseler miydi? Hem maske saklanmak kadar, keşfedilmek isteği değil miydi? Edmond, saklanıyor muydu, yoksa keşfedilmek mi isteniyordu? Albertine, kayıp mıydı gerçekten, kendi hayallerini mi yaşıyordu; Proust’a sorsam, kayıptı! Öte yandan Albertine bir erkekle değil, bir kadınla yaşamak istiyordu. Hem Proust’un bir Albertine’i vardı ama Albertine’nin bir Albertine’i yoktu; susarak her şeyi açık bırakmıştı, çok bilge biriydi; Proust, bu bilgiyi öğrenme derdine düşmüştü; hatta, öldüğünü öğrendiğinde bile bir dedektif tutup ilişkilerini araştırmıştı, bak sen, kendisine ait bir zamanı arıyor Proust, o zamanın peşinde, o zamanı kurtarabilir mi?

Soru şuydu: Proust sevilmiş miydi? Yazmak, sevilmek isteğiydi. Proust sevilmemişti hiç. Dahası, Proust’tan bildiğim bir Albertine vardı. Romanda Albertine, Marcel’den daha fazla geçiyordu. Roman onun için yazılmıştı ama kadıncağızın bir sesi yoktu, bir düşüncesi yoktu; Proust’un bin türlü fesadıyla bildiğimiz bir Albertine vardı. Bunun adı da çok sevmekti, bunun adı da âşık olmaktı: anlatıcısının anlattığı… Albertine’nin resmi de çizilemez, o görülmez; çünkü o ya kayıp ya da mahpustur… Gördüğümüz, tanıdığımız Proust’un bize ilettiği bir Albertine var. Türkiye’de olsak mesele kolaydı. Nurdan Hanım, iki sayfada bunu hemen Ahmet Hamdi Tanpınar’a bağlar ve çözerdik. Sonuçta Antalyalı Kıza Mektup’un Türk okur ve yazarı tarafından yeterince bilinmediğini, üniversitelerin bu konuda bir ayaklarının Nazım Hikmet’in ya da Cemil Meriç’in dediği gibi “ham çarıkta” olduğunu belirtir, sorun diye bir şey ortada kalmazdı. Sonuçta derdimiz vur rakıya, gelsin Baki’ye değil miydi? Ben de araya girer Baki’yi sevdiğimi söylerdim, Kanuni Mersiyesi’ni okurdum, araya Hilmi girerdi, elini şakaklarına koyar, ben derdi, “Naipaul’u sınırlarımızın içine sokmadım” ve Baki bahsinde bir dipnot düşerdi, “Şairler sultanı.” Buna İskender, “evet” derdi, mesele tam doğu/batı diye kopacağı yerde, ben Baki’nin Mekke’de kadı olduğu günlerden söz ederdim, mesele biterdi. Zaten “siz Mekke’ye kadılığı bıraktığınız günden beri, Mekke’ye bir intizam geldi” deyiverse de garson duymazdı kimse. Nerde kalmıştık, Albertine’de…

Dantes’in bir sevdiği vardı. Doğru. Sevgilisi miydi? Kadının bu güzel adı yüzyılımızda bir araba markasıdır: Mercedes. Erkeklerin sevdiği Mercedes! Halk Partisi’nin protesto ettiği Mercedes… Tuhaf olan bir şey var: Yeni Şafak gazetesi meseleyi atladı. Oysa başyazarın bir şey yazması gerekti. Mercedes’e Yahudiler de binmiyor…

Mercedes âşıktır ama vefalı değildir. Kimileri onu zorla Penelope’ye benzetir; Penelope vefa denilince ilk aklımıza gelendir. (Kimine göre aptaldır, bir adam ya da bir kadın beklenir mi hiç?). Kocası, savaştan dönerken, köpekleri olmasa onu tanıyamayacaktır, o kadar vefalıdır ama Mercedes, başkasına gider, açıklaması da vardır: talipler, talepler, teklifler…

Bunlar Penelope’nin reddettikleridir. Elbette Penelope bir mittir, Mercedes ise bir roman gerçeğidir. Vay büyük laf ettim değil mi? Rahmetli Fethi Naci olsa, bunun altını çizer ve sonra Cevdet Kudret, bunları kaçırıyor derdi… Berna Moran’a söz etmezdi, “akademisyen” derdi…

İşte yıllar sonra, benim tanıklığımda Dantes ve Mercedes karşılaştılar ama birbirlerini hiç tanımadılar. İkisinin tanış ve âşık, hatta Allah’ın emri oldukları zamanlara ait anımsadıkları oldu yalnızca. Bu anımsananlar karşılıklıydı ama Albertine için aynısını söylemek güçtü; o kaybolmuştu, dünün yalanı, anlatıcının aklında asla ve asla çıkmayacağı bir gerçektir; hatırlayacak, geçmişin neden ele avuca sığmadığını sorgulayacak, nafile olan hatırlama, bir resme dönüp, baktığı her yerde irili ufaklı anlara bölünecektir. Hatta Proust, bazen yanlış hatırlayacak, böylece Albertine, zihninde kaybettiği, bir daha asla bulamayacağı hayatının oyuncağına dönecektir, onunla oyalanacak, onunla yaşlanacaktır. Unutmak acı ama yaşlanmayı göze alan, bunu bir nefes alma aracı sayacaktır.

Oysa kaybolan, giden, terk eden ya ölmüş ya öldürmüştür. Proust bunu kendine yediremez. Gerçek şuydu: İlk karşılaştığın, ilk âşık olduğun, aslında katilindir, seni öldürmek için gerekli zamanı bekliyordur; ölmez ve öldürmezse, buna aşk diyemeyecektir kimse… Onu her yerde aramak boşunadır, o her yerdedir. Çünkü kabul edilmeyen tek şey ölümdür, kabul edilmeyen, düşmektir; sevdiğin, gözlerinin üstüne basıp geçmiştir, sen, bunu kendine yedirememişsindir.

Edmond ve Mercedes’in muhteşem bir karşılaşma anları vardı; ikisi de bir türlü şimdiye gelemediler, hatta Edmond, Mercedes’in elini öptüğünde, Mercedes’te bir kımıldama bile olmadı; Edmond, bir azize heykelinin önünde durmuş gibiydi, Mercedes’in elini öperken bir yanda yüzü aydınlanıyor, diğer yanda, bir put gibi kımıltısızdı, vallahi, bu kadardı. El öperken ne yanmış dudakların, ne derin soluğun bir anlamı vardı: anı artık bu içinden çıkılmaz donmuşluktu. Donmuşluk nedir ki? Vefa…

Bütün bunlar benim katkılarımla oldu. Yoksa Dumas, ikisini de düşürecekti, yaşadıklarını bir kenara atacaktı. Bunların düşmüş hâline ne denir? Melodram. Zamanında yetiştim, sağ olsun Dumas da beni kırmadı, gece gündüz çalıştı, ikisini de yükseltme telaşına düştü. İkisine de düşmeyi reva görmedi. Nedeni, aşktı.

Roman yayımlandı. Baskı üstüne baskı yaptı. Dumas beni unuttu. Birecik’e gelecek, oradan kelekle Samsat’a geçecektik. Eğer yaz olsa bir fantezimiz de vardı. İkimiz de şalvarların paça kısmını bağlayacak, doğal birer feribota dönüp Samsat olmasa da Halfeti’ye kadar yüzecektik. İyi yüzerdi.

Sonra, bu düşme, kalkma meselesini millileştirdi. Dedi, “Fransız düşmez!” Neden Fransız düşmez ki? Ulan Napolyon düştü, sen mi düşmeyeceksin. Kavga çıktı. Dedi, “İsa, benim rol modelimdir.” Ulan ben neyim? Güldü, “sen Samsatlısın” dedi. Doğu’nun Hıristiyan’ıyla Batı’nınki bir değilmiş meğer. Milli gurur da var serde. Hıristiyan ahlakı, asla düşüşe izin vermezmiş, yoksa yakın arkadaşı tarafından, üç kuruşa satılan İsa imgesinin hiçbir karşılığı olmayacakmış. Dahası İsa, gerildiği çarmıhtan yükselerek, Allah’ın oğlu sıfatını kazanacak. Dinler düşmeyi sevmezlermiş. Dinlerin öncüleri Platon’un mağarasındaki gibi yukarıya, ışığa doğru yükselirlermiş. Dedim, ben âşık olayım, yerlerde sürüneyim. Dedim, ben âşık olayım kapı kapı gezeyim. Âşık olmak öyle kolay bir şey mi? Çektim kapıyı gittim, soluğu Milton’un evinde aldım. Işığı en iyi kör bir adam bilirdi, dedim, nedir bu ışık? Dedi, bilgidir, hoş geldin: Seherin oğlu, göklerden nasıl düştün?

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.