Alternatif bir kamusal alan mümkün mü?
Bülent Küçük 31 Temmuz 2024

Alternatif bir kamusal alan mümkün mü?

Bir ülkede siyasi ve toplumsal düzenin ne kadar demokratik veya despotik olduğunu anlamak için o ülkenin kamusal alanının yapısına bakmak gerekir: sokaklarda, meydanlarda ve medyada kimler ne biçimlerde görünür oluyor, kimler kendileri adına konuşabiliyor, kimlerin gıyabında konuşulup çeşitli hükümler veriliyor; kimler yaftalanıyor, kimlere iltimas geçiliyor. Sosyolojik bir perspektiften bakıldığında bir toplumda maddi kaynakların dağılımı o ülkenin yaygın toplumsal sınıfların eşitsizlikten müteşekkil yapısına dair bir fikir verirken, görünürlük/görünmezlik, itibar/yaftalama pratiklerini kapsayan simgesel kaynakların dağılımı ise söz konusu toplumun sembolik düzenine dair bir fikir verir. İlki meta ve hizmet üretim araçlarının hangi sınıfların tekelinde olduğunu, ikincisi tanımlama ve sınıflandırma marifetiyle öznenin yeniden üretim araçlarının kimlerin tekelinde olduğunu ifade eder. Başka bir ifadeyle, ilki metanın ve hizmetin piyasa değerini, diğeri çeşitli ırksal, inançsal ve sınıfsal toplulukların içine doğan yurttaşlara eşitsiz biçimde taksim edilen simgesel değeri biçimlendirir.

Bu ayrımı yaparken şu dipnotu düşmeliyim: Akademik literatürde simgesel alan-maddi alan ayrımı analitik bir saikle yapılır, yoksa gerçek hayatta birbirine içkindir. Anlamlandırma, tanımlama ve sınıflandırma olmaksızın maddi ve toplumsal ilişkiler organize edilmez. Öte yandan, maddi kaynaktan yoksun olan çoğunlukla itibar da görmez ama her varsıl itibarlı, her yoksul da itibardan yoksun değildir, dolayısıyla maddi kaynakların kontrolü ile simgesel ve siyasi kaynakların kontrolü arasında bir örtüşme ve bir mütekabiliyet ilişkisi vardır. Son olarak, maddi yapıyı simgesel olana önceleyen, yani ekonomiyi belirleyici gören bakış açısı simgesel olanı maddi olana, toplumsal hayatın karmaşıklığını ekonomik çıkar ilişkisine indirgeme riski taşır diyerek asıl konumuza dönelim.

Nasıl ki gelir dağılımına bakarak bir ülkenin maddi anlamdaki toplumsal yapısını/güç dağılımını analiz ediyorsak, kamusal alanın yapısına/sivil topluma bakarak da bir toplumun simgesel ve siyasal düzeydeki güç dağılımı analiz ederiz. Medya, sokaklar ve meydanlar ezilenlere ve muhalif seslere ne kadar açıktır; söz konusu gruplar kamusal mecralara kendi sesleri ve eylemleriyle ne ölçüde katılabilmektedirler? Bu eşitsiz simgesel güç dağılımını ve demokrasi derecesini nesnel olarak ölçmek mümkündür: Bir ülkede sadece egemen kimliğin hassasiyetleri kamusal alanlarda dillendiriliyorsa, sadece onların hayatları kutsanıp yasları tutuluyorsa, sadece onların dinî ve millî ayinleri kamusala taşınıyorsa, siyaset sadece egemen kimlikten sınırlı sayıdaki siyasi ve iktisadi seçkinlerin faaliyet  sahasına dönüşmüşse ve siyaset yapmak saraya, salona ve genel kurullara sıkıştırılmışsa, demokratikleşme egemen kimlikten gelen eski seçkinlerin yenileriyle ikamesine indirgenmişse burada demokratik bir işleyişten bahsetmek pek mümkün olmaz.

Demokratiklik-otoriterlik düzeyini anlamak için düzenli olarak seçimlerin yapılıp yapılmadığı ve seçim süreçlerinin hukukiliği gibi meseleler bu yüzden tek başına bir anlam ifade etmez. Modern demokrasi nihayet eşit yurttaşların bir kısmının değil, tamamının kendi hayatlarını ilgilendiren siyasi/kamusal süreçlere özgür katılımcı faaliyetine dayanır. Karar alma süreçlerine ve kamusal tartışmalara özgür katılım hukuki/fiktif eşitliğin ötesini, yani maddi ve simgesel eşitliği içerdiği sürece mümkündür. Aksi hâlde fiktif eşitlik ancak fiili eşitsizliği meşrulaştırmaya ve siyasal tahakkümü görünmez kılmaya yarar. Herkes kâğıt üzerinden sözde eşit ve özgür olur.

Modern toplumlarda olan tam da budur. Bütün modern devletler yeni bir yurttaş/yeni bir toplum üretimine hizmet edecek yeni bir dünya veya yeni gerçeklilik yaratmak ve bu projeye hizmet etmeyenleri de çeşitli biçimlerde nötralize etmekle kendilerini mükellef görürüler. Bu projeyi mümkün kılacak devletin okul ve medya gibi çeşitli pedagojik aparatları mevcuttur ve bu mekanizmalar bıkmadan usanmadan bunun için mesai harcarlar. Ne var ki her toplumda söz konusu kurumsal yönetim aygıtlarına karşı çeşitli biçimlerde mücadeleler de verilir: Hemen hemen her toplumda ezilenler de kendi alternatif kamusal mecralarını oluşturur, kendi müstakil kurumlarını inşa eder ve kendi tarihlerini yazarlar. Yani toplumsal mücadeleler tarihi de bir toplumu diğerinden ayıran temel bir faktör olur, sadece devletler veya savaşlar tarihi değil.

Buradan yola çıkarak meseleyi yaşadığımız ülkeye ve yurttaşı olduğumuz devlete getirelim.

Tek kimliğin siyasal ve kamusal alana hükmettiği, otoriter şirket devlet mantığıyla kamunun idare edildiği ve hiç kimseye ait olan kamunun parsellenerek gasp edildiği  bir konjonktürde egemen kimliğin dışında kalan seslerin duyulabileceği alternatif kamusallıklar oluşturmak mümkün mü? Görünürde hemen hemen her siyasi geleneğin ve her kimliğin, belki de kayda değer her tarikatın ve başkaca toplulukların kendi kamusal mecrasına/medyasına sahip olmasını kamusalın demokratik çeşitlenmesi ve toplumun çokseslileşmesi, kamusalın çoğullaşması olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa bu durumu her topluluğun sırf kendi sesini duyabileceği ve kendi siluetini görebileceği gettolaşmış birbirine paralel kamusallıklar veya dar yankı odaları olarak mı görmeliyiz? Bu şartlarda kamu/özel ayrımına dayanan modern demokratik devletten bahsedebilir miyiz, yoksa yapısı gereği müşterek olması gereken kamusalın parsellenerek özelleşmesi veya parçalanarak bir nevi yeniden feodalleşmesi olarak mı değerlendirmeliyiz?

Merkezileşmenin ve çoğullaşmanın ve/veya parselleşmenin paradoksal olarak aynı anda tezahür ettiği bir ortamda bütün yaftalanmış ve değersizleştirilmiş sesleri ve çeşitli toplumsal mücadelenin ortak mecrası olarak eleştirel ve kozmopolit bir kamusal alan inşası nasıl mümkün olabilir? Devletin demokratikleşmesi dışlanmış birçok kesimin ortak bir beklentisi iken, siyasi rejime muhalif görünen toplulukların ve onlarla iltisaklı medya kurumlarının demokratikleşmesi nasıl mümkün olabilir?

Böylesi ‘buğulu’ ve paradoksal bir gerçeklik içinde eşkâlini çizmeye çalıştığım siyasi ve toplumsal konjonktürde, oluşum sürecinde olan İLKE TV sözünü ettiğim normatif beklentiyi karşılamak üzere, herkese açık yeni ve alternatif bir kamusal mecra vaadiyle ortaya çıkıyor. Bu yeni mecranın merkezileşmeye ve parsellenmiş kamusala karşı kendisini dışlanmış gören bütün değersizleştirilmiş kesimlerin demokratik ve müşterek bir alanı olabilmesini kalpten diliyorum.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.