• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Bahçeli’nin ‘Türkiye Yüzyılı’ sahnesinde kısa paslaşmalar 
Bahçeli’nin ‘Türkiye Yüzyılı’ sahnesinde kısa paslaşmalar 
Cegerxwîn Polat 24 Kasım 2024

Bahçeli’nin ‘Türkiye Yüzyılı’ sahnesinde kısa paslaşmalar 

Bazen duymak ve görmek istediğinizle yol alırsınız. Müşterek hafızada pozitif anlamda kat ettiğiniz mesafeyi başkaları alamayabilir. Zihnimiz ve dilimizdeki kavramlar sadece bizim tanımladığımız haliyle anlam ifade edebilir. Başkalarının kavram seti içinde aynı kelime farklı anlamlar içerebilir. Siyasetin son dönemdeki popüler kelimesi “süreç” için de benzer şeyler söylenebilir ve “kimin süreci” sorusunu akla getirmeden geçilemez. Bu nedenle, Kürt meselesinin çözümünde “el sıkma anı” ve sonrasında yaşanılan gelişmelerle dönüşen “süreç” için umut var mı tartışması ontolojik olmalıdır. Farklı anlamlar yüklemek simgelerle yürütülen kötücül siyasete teslim olmayı getirir. Son dönem gelişmeleri için bir afiş düzenlemeyi düşünseydik eğer, hikâyenin başlığı “Türkiye Yüzyılı”, yönetmeni Devlet Bahçeli, tüm yaşadıklarımızın alt yazısı olarak da “içerde ve dışarda egemenlik tahsisi” yazılabilirdi. Aktörler ise sırasıyla sahneye çıkıyor. Düzenlenen bu sahneyi “beka” terminolojisinden sıyırarak “egemenlik” ve tabi ki “hegemonya” üzerinden daha fazla konuşmamız gerekiyor.

Egemenlik meselesi tarih boyunca farklı şekiller almıştır. Dönem ruhu dışında kült liderlerin arzuları, fantezileri ve güç tutkusu egemenlik kavramına katkı sunmuştur. İnsanlık tarihi bunun trajik örnekleriyle doludur. Yakın tarih deneyimi olan Faşizm, lider kültünün arkasından giden örgütlü kötülük neferlerini bizlere hatırlatır. Kapitalizm bile bu anomaliyi kaldıramamıştır.

Uzak tarih deneyimlerine bakıldığında günümüz egemenlik süreçleri için kök nedenler bulunabilir. Toplumsal hareketleri yok kabul etmeden bakarsak eğer, iktidar kavramının merkezinde “lider” sebep-sonuç ilişkisinin bir tarafı olmuştur. Meclis-senato yapısıyla muteber olan ve yönetme süreçleri tarihsel döneminin önünde giden Roma Cumhuriyeti, MÖ 2 yılında Augustus’un (ülke olarak Cumhurbaşkanlığı sistemiyle yabancı olmadığımız) yetkileri tek elde topladığı daha merkezi bir yapıya dönüşmüş ve Roma İmparatorluğu haline gelmiştir. İmparatorluğun kaderi ise 3. yüzyılın sonlarında Diokletion reformu olan tetrarşi ile değişmiş, güç paylaşımındaki bu teritoryal bölünme Doğu ve Batı Roma şeklinde iki parça oluşturmuştur. Egemenliğin değişen formları içeriğini de hızlıca şekillendirmiştir.

Merkezi ve güçlü egemenlik alanı için tarihteki en önemli figür tartışmasız Cengizhan’dır. Cengizli Egemenlik Tipi olarak anılan bu dönemde, siyasi ve ekonomik olarak katı merkezci bir işleyiş olmuştur. Ticaret ve posta sisteminde kurulan düzen imparatorluk dışı nüfusun yaşam dinamiklerini bile etkilemiştir. Hakimiyet altındaki topraklar, gök tanrının yeryüzündeki sureti olan “Büyükhan” ünvanlı Cengizhan’a doğrudan bağlıdır.  Yeryüzünün bilinen topraklarının üçte birinde teritoryal hakimiyet kurmuş olan imparatorluğun egemenlik biçimi, sonraki yüzyıllarda etkisini kalıcı şekilde devam ettirmiştir. Bu derece merkezi ve geniş toprak egemenliği ise tarihte tekerrür edememiştir.

Zamanla dini referanslar, egemenlik tesisinde daha fazla kullanır hale gelmiştir. İmparatorların kendilerini İslam referanslarıyla mehdi ya da halife ilan etmelerinin yönetsel kolaylığı Cengizli egemenlik tipiyle birleşerek Osmanlı, Safevi ve Babürlerin karakteristiğini oluşturmuştur. Benzer dönemde Avrupa’da Katolik kilisesi ve papalık kurumu egemenlik bayrağını elinde tutmuş, ancak iktidar ilişkilerindeki kriz katlanılmaz hale gelince Protestan ve Anglikan kilisesini ortaya çıkarmış, kendi silahı ile vurulmuştur.  On altıncı yüzyıl boyunca arzu nesnesi olan evrensel liderlik iddiası, Doğu-Batı toplumlarının savaş ve siyasetinde belirleyici etken olmuştur.

Siyasal egemenlik alanında ortaya çıkan bu çeşitteki tarihsel birikim, sermaye birikimi ve üretim süreçlerinin değişimi ile karakterize olan modern kapitalist devlet yapısının harcını oluşturur. Kapitalist ulus devlet, inceltilmiş bazı kriterleri elbette içerir. Ancak hiyerarşik egemenliğin ana kurallarının muhtevasını da taşır. İçeride ve dışarıda siyasal egemenliği tanınması yanında içerde ve dışarda bunu sarsacak siyasi yapıların bertaraf edilmiş olması temel kuralları oluşturur. Tartışmasız üçüncü faktör ise teritoryal egemenlik alanının olmasıdır. Bu zemin üzerinden siyasal otorite inşa edilir.

Bu genel prensipler içinde siyasi otoritenin merkezileşmesi ise tarihsel olarak 3 boyutta izlenmiştir. Birincisi dikey boyut. Farklı otorite kaynakları hiyerarşinin en tepesinde tek bir merkezi otorite altında birleşir. İkincisi uzamsal ya da ilişkisel boyut. Merkezi otorite çeper güçlerin üzerinde zamanla otoritesini arttıracak ilişkiler geliştirir. Üçüncüsü ise asimilasyoncu boyut. Merkezi otorite hakimiyeti altında tuttuğu farklı topluluk, kültür ve ırkları giderek daha fazla homojenleştirir. Bunu sağlayacak bir ethos yaratılır.  Tüm bunlar rıza üretmenin araçlarına dönüşür.

Fransız devriminin ortaya çıkardığı fikriyatla tetiklenen ulus devlet ve cumhuriyet fikri bu algoritmayı dışlamamıştır. Tarihsel olarak keskin bir kırılmayı ifade eden bu dönüşüm günümüzdeki tabloyu belirleyen ana unsurlardandır. Aydınlanma çağı düşünürleri, değişmesini savundukları egemenlik biçimi üzerine epey kafa yormuş ve bu yeni dönemin hamurunu yoğurmuştur. Montesquieu her topluluk için olmasa da (doğu despotizmi olarak kodladığı yerleri ayrı tutar), yasama erkinin halkı temsil eden vekiller aracılığı ile kullanılmasını ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilmesini söyleyerek, cumhuriyet yönetim modelinde demokrasiye daha fazla yaklaşılacağını önermiştir. Rousseau, insanların doğuştan eşit olduğunu, halk egemenliğinin siyasal rejime hâkim olması gerektiğini söylerken kuvvetler birliğini vurgulamıştır.

Egemenlik kuramındaki bu önermeler Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluş ilkelerini de etkiler. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Aralık 1921 yılında mecliste yaptığı “Nutuk” konuşması Teşkilat-ı Esasiye ’ye kaynaklık edecek şekilde egemenlik kavramını işler ve cumhuriyetin ilanıyla beraber günümüze kadar gelen başka tartışmaları da bağrında taşır. Rousseau’nun önermesi ile yola devam eden cumhuriyet, varlık gerilimini giderme adına tek tipleştirilir. İlk mecliste Türk ve Kürt halkının ortak iradesi üzerine inşa edilen ve Millî Mücadele’nin beraber verildiği koşullar görmezden gelinir. Başka bir yazıda ayrıntıları hak eden bu dönem, 19. yy’ın son yarısında başlayan Kürt meselesi için yeni bir aşamaya da geçiştir.

“Türkiye Yüzyılı” sahnesine dönersek eğer, önemli aktörlerinden olan Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı Mehmet Uçum, daha önce verdiği bir mülakatta Kürt meselesinin ortaya çıkışını şöyle özetler; “Türkiye’de son yüzyıllık dönemde temel çelişki devlet ile toplum arasındaki çelişkidir. Yani, sadece cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte değil İttihat ve Terakki görüşünün siyasal alanda etkili olmasıyla birlikte bir devlet anlayışı çıkmıştır. Bu devlet anlayışı cumhuriyetle birlikte kurumsallaşmıştır. Devlete dönüşmüştür. “Devlet”, cumhuriyet ulusu ideolojisi denen bir tasavvur oluşturmuş: İmtiyazsız, kaynaşmış, sınıfsız bir kitle diyerek tek tip bir toplum tasarlamaya çalışmış, “Ne Mutlu Türküm” diyerek kendini Türk hisseden bir çoğunluk üretmiştir. Kürtleri, inananları, Alevileri, azınlıkları, kendini yaşam tarzlarıyla farklı hissedenleri göz ardı etmiştir. Bütün bunları göz ardı ederek aslında tek bir kimlik üzerinden baskıcı ve tasarlayıcı bir devlet anlayışıyla homojen bir toplum yaratmaya çalışmıştır. Dolayısıyla, toplumla devlet arasındaki bu tersine ilişki çelişkiyi büyütmüş ve birçok çatışma alanı üretmiştir. Bu çatışma alanları Kürtlere, gayrimüslimlere, inananlara-dindarlara, Alevilere, farklı yaşam tarzını tercih edenlere sistematik baskı yapmanın sonucu ortaya çıkmış ve şu anda Türkiye toplumunun sorunları olarak önümüzde dev gibi durmaktadır. Özetle tüm bu sorunların asıl kaynağı, bu yapay cumhuriyet ulusu ideolojisi, baskıcı devlet aygıtı ve kültürüdür”. Uçum’un egemenlik ilişkileri ve gerekçeleri konusunda yaptığı bu saptamalar yakın zamanda söylediği “kırmızı çizgiler” çelişir gibi olsa da sebep-sonuç ilişkisinde bize önemli ipuçları vermektedir.

Türkiye Yüzyılı sahnesindeki dekorlara bakalım birazda. Uluslararası siyasetin kırılma yaratan gelişmelerinde aldığı pozisyonla Türkiye, bagajındaki karmaşık yükü epeyce arttırdı. AKP iktidarı ve pek tabi Erdoğan, Suriye savaşında mezhepsel reflekslerle hareket ederek iç politikada ikircik yaratan demokrat görünümlü dilinde daha net açıklar vermeye başladı. Lider kültünün gelişip dönüştüğü ve Ortadoğu’ya ihraç edildiği bir pozisyon alındı. Bu sayede Esat rejimine Rusya-İran tarafından bir zırh geçirilmesine de vesile oldu.

Ortaya çıkan tabloda Kürtlerin statü edinme olasılığı, Uçum’un bahsettiği “Devlet” ve onun aklını (“Derin Devlet” denilebilir) Erdoğan’ın temsilinde yeniden üretmeye başladı. Yüzyıllık Türkiye iç ve dış politikasında refleks olan bu durumu kontrol etmeye namzet yeni denemelere de alan açtı. İlk “çözüm süreci” (ikincisinin içinde olup olmadığımıza henüz karar veremedik) olan 2013-2015 yılının önemli gerekçesi, Kürtleri Ortadoğu haritasında frenleyerek tarihsel egemenlik ilişkisinin devamını sağlamak oldu. Türkiye’de, Kürt siyasi temsilcilerinin meşruiyetinin artması ve siyasal normalleşme hali, bir süre sonra (2015 Haziran seçimlerine giderken) iç siyasi tehdit ve egemenlik sorunu olarak görüldü. Erdoğan’ın siyasi ikbali ile Devlet Aklının yolu, tarihsel egemenlik misyonunda kesişmiş oldu. Kayyım atamaları, siyasi tutuklamalar, toplumsal baskılar ve polarizasyonu arttıran siyasal gerilimler, iktidar unsurlarındaki bu uzlaşının ya da oluşturulan siyasal konsorsiyumun sonucu olarak ilerletildi.

Köprünün altından epey su aktı. Yaklaşık dokuz yıl geçti. Değişen dünyada, Türkiye için egemenlik ilişkilerinde karar alma aşamasına ve bir süredir ertelenen sorunlarla yüzleşme zamanı geldi. Trump sonrası dönemde dünya siyasetinde işlerin sürprizlere açık şekilde karışacağı öngörülüyor. Küresel güçlerce desteğini alan İsrail’in, Ortadoğu’nun yeni görüntüsü için yürüteceği yol planında ise rivayetler muhtelif! Türkiye, etkisiz eleman pozisyonundan sıyrılmak ve başta Suriye alanındaki Kürt coğrafyası olmak üzere egemenlik alanını “Devlet” ideolojisine uygun hale getirmek istiyor. Süreç denilen mefhum, Kürt meselesinin demokratik çözümünden ziyade içerde ve dışarda egemenlik tesisinde bir araç olarak okunabilir. Suriye ise Bahçeli’nin Kürt-Türk kardeşliği ve ayrılmazlığı söyleminde asıl sahne olarak duruyor. Türkiye’de hızla devam eden kayyım siyaseti hem iç siyasal dengeleri yönetme hem de dışardaki gelişmelere basınç oluşturmanın operasyonu haline getirildi. Yine de tüm bu yaşananların demokrasi adına kazanım haline gelmesi mümkün görünüyor. Barış mı yoksa yeni bir tahakküm ilişkisi mi sorularının cevabı sahnedeki dar alan paslaşmalarının isabet yüzdesiyle belirlenecek.

Egemenlik üzerine konuşmaya devam edeceğiz…


Kaynaklar:

-Batı’dan Önce / Doğu Dünya Düzenlerinin Yükselişi Ve Düşüşü – Ayşe Zarakol, Koç Üniversitesi Yayınları

-http://mehmetucum.com/

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.