Cengiz Çandar: De Klerk’in Güney Afrika’da, Rabin’in İsrail’de yaptığını, Bahçeli Türkiye’de yapabilir

“Turgut Özal’ın bilinçaltında Kürt var, Kürt kimliği var bir şekilde Kürt sorunu da var tabi.”
“Şu vardı kafasında: kademeli af. PKK mensuplarının çok büyük kısmını kapsayacak şekilde hemen Türkiye’ye dönüp isterlerse siyasi hayata da girebilecekleri bir af.”

Cengiz Çandar: De Klerk’in Güney Afrika’da, Rabin’in İsrail’de yaptığını, Bahçeli Türkiye’de yapabilir
Kemal Avcı
  • Yayınlanma: 6 Kasım 2024 12:12
  • Güncellenme: 6 Kasım 2024 21:05

Türkiye’de, 1 Ekim’de Meclis’in açılışıyla başlayan gelişmeler yeni bir barış umudu yarattı. Ancak hemen ardından yaşanan kayyım atamalarıyla umutlar yerini soru işaretlerine bıraktı.

PKK’nin 1993 yılında tek taraflı ateşkesiyle başlayan ve en son 2013-2015 arası yaşanan Çözüm Süreci adıyla yaşanan birçok barış girişimi yaşandı.

Bu süreçlerin tümünü yakından takip eden, bazen de içinde de yer alan DEM Parti Diyarbakır milletvekili, gazeteci-yazar Cengiz Çandar’la geçmişten günümüze yaşanan çözüm girişimlerini, bu girişimlerin başarıya ulaşması için taraflara düşen görevler ve son yaşanan gelişmeleri konuştuk.

 Sayın Çandar, 1 Ekim’le başlayan süreci konuşacağız ama biraz geriye gidelim, PKK’nin ilk ateşkesi 1993’teydi, siz de o basın toplantısına tanıklık etmiştiniz. Dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal, PKK’nin silahlı eylemleri başladığında başbakandı ve meseleyi küçümsemiş, basit bir asayiş sorunu olarak değerlendirmişti. Olağanüstü hal Uygulaması, Köy koruculuğu sistemi gibi uygulamaları da o getirmişti. Ama cumhurbaşkanı olduktan sonra meseleye yaklaşımı değişti, sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini fark etti ve PKK’nin ateşkes ilan etmesi için Celal Talabani’yi devreye soktu. Siz o dönem Özal’ın danışmanıydınız, Özal’daki bu değişim nasıl gerçekleşti, hangi etkenler değiştirdi Özal’ın yaklaşımını?

Bence iki temel neden açıklar Özal’ı, bir, “kervan yolda dizilir” diye bir laf var Türkiye’de, Özal birçok şeyi kervan yoldayken dizen biriydi. Zihni açık biriydi, öğrenmeye, değişime açıktı. En sevdiği özelliklerinin başında “tabu kırıcı” sıfatı gelirdi. Değişimciydi, bunu da yolda giderken kendisini değiştirerek, geliştirerek sağlardı. Sizin bahsettiğiniz 1984’deki Özal’la 1991’deki Özal aynı değildi. Kürt sorununu algılamada değişime uğramıştı.

İkinci neden ise, Özal Malatyalıydı, Kürt coğrafyasında doğmuştu, babaannesi Kürt’tü. Bana, babaannesinin tek kelime Türkçe bilmediğini söyledi. Mardin lisesinde okumuş, daha sonra mühendis olarak GAP projesinde, Kürt illerinde görev yapmış. Dolayısıyla, Turgut Özal’ın bilinçaltında Kürt var, Kürt kimliği var bir şekilde Kürt sorunu da var tabi. Kendi partisinden birini eleştirirken, “MHP ağzı kullanıyor, Kürt meselesi vicdani, insani bir meseledir” gibi sözler sarf etmişti.

Tabi bir de 1984’te Türkiye devleti ne istihbarat olarak, ne algı olarak ne birikim olarak bunu beklemiyordu. Kürt isyanları ilk Koçgiri’yi saymazsak, cumhuriyet sonrası, 1925 Şeyh Sait arkasında Ağrı isyanı, sonra Dersim. Dersim’den sonra muazzam bir sessizlik dönemi var. Neredeyse on yıllarca süren bir sessizlik döneminin ardından akla ilk gelen eşkıya, orda başka ne olacak falan. O yüzden eşkıya nitelemesi siyasi bir niteleme değildi, genel olarak Türk toplumunun ve devletin algısı öyleydi. Çok kısa bir süre sonra neyin ne olduğunu fark etti. Daha sonra da OHAL valisinin atanması, askeri yöntemlerle bu işi bastırmak gibi işlere yöneldi. Ta ki Turgut Özal, “hayır bu işler böyle olmaz” diyene kadar.

Peki kafasında nasıl bir çözüm vardı?

Sanırım çözüm konusunda Turgut beyle en fazla ve en son görüşmüş kişiyimdir. 16 Mart 1993’te, demin sizin de gönderme yaptığınız, benim de bulunduğum Lübnan’ın Bar Elias kasabasında Abdullah Öcalan tek taraflı ateşkes ilan etmişti, ki genel olarak Kürt siyasi hareketinin barış süreçlerinin başlangıcı olarak o tarih öngörülüyor. Bir aylık süreli bir ateşkesti, 16 Nisan’da dolacaktı. Bu arada hiçbir gelişme olmadı Türkiye’de, Turgut Özal yalnız bir adamdı. Süleyman Demirel hükümeti oralı olmadı, cumhurbaşkanı Turgut beyden başka dert edinen yoktu bu konuyu. 16 Nisan tarihi geldiğinde, siz hiçbir şey yapmadınız denilerek ateşkes bitirilebilirdi. Öcalan Şam’da yaşıyor, İran-Suriye ekseninin bir ateşkesten memnun olmayacağı varsayılıyor.

O sırada Turgut Özal Orta Asya gezisine çıktı. Ben ailevi nedenlerden o geziye katılamadım ama Celal Talabani’yi aradım. Abdullah Öcalan bir ay dolduktan sonra bir açıklama daha yapacaktı. O açıklamaya Turgut Özal’ın isteği ve bilgisiyle HEP milletvekilleri Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Sedat Yurttaş, Hatip Dicle, rahmetli Orhan Doğan gitti. Kemal Burkay kalktı İsveç’ten gitti, ki PKK’yle uzak bir noktadaydı, bir mutabakat imzaladılar Şam’da. Ben Celal Talabani’yi aradım, “Öcalan’a söyle, Turgut Özal’dan başka bunun barışa, çözüme evrilmesini kafasına takan kimse yok. Biraz zamana ihtiyaç var. Benim gördüğüm Türk devleti pazarlıktan, şarttan hoşlanmıyor. Turgut Özal’a manevra alanı kazandırmak istiyorsa şartsız ve süresiz uzatsın ateşkesi” dedim. “Tamam söylerim” dedi Celal Talabani. 2-3 gün sonra aradı beni, “Sayın Cumhurbaşkanı Özal’a söyle, şartsız ve süresiz uzatacak ateşkesi” dedi. Ben hemen uçağa atladım, Türkmenistan’da yakaladım Turgut beyi, Aşkaabat’ta buluştuk. Dedim ki “size mesaj var”.

 

Turgut Özal nasıl karşıladı ateşkesin uzatılması mesajını?

Turgut beyin etrafında bir çevre vardı, ulusalcı-milliyetçi.  Bunlar bizi “Kürt meselesi konuşacak diye” baş başa bırakmadılar. “Ertesi gün Azerbaycan’a geçeceğiz, orda konuşuruz” dedi bana. Orda da konuşamadık. Uçakta Türkiye’ye dönüyoruz, ben arka taraflarda oturuyordum. Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin geldi, “cumhurbaşkanı seni çağırıyor, ben de gazeteci arkadaşlarla biraz sohbet edeyim” dedi.  Turgut beyin yanına gittim durumu anlattım. 15 Nisan 1993 Perşembe günüydü. Dedi ki, ben cumartesi günü İstanbul’da olacağım, öğleden sonra gel bu konuyu konuşmaya devam edelim. Cumartesi benim görüşeceğim günün sabahı vefat etti. Son görüşmemiz uçakta ki o görüşme oldu ama kafasındaki çözüm parametrelerini bana o görüşmede anlattı. Şu vardı kafasında: kademeli af. PKK mensuplarının çok büyük kısmını kapsayacak şekilde hemen Türkiye’ye dönüp isterlerse siyasi hayata da girebilecekleri bir af. Fakat Türkiye’nin iç dengeleri bakımından başta Öcalan olmak üzere önder kadrolara 5 sene içinde Türk ceza kanunları bakımından yeni bir durum ortaya çıkmadığı takdirde diğerleri gibi gelip siyasi hayata girebilecekleri bir af.

Kafasında çözüm için af dışında bir şey yok muydu?

Oraya geleceğim. Ben “peki bu kanun Meclis’ten geçer mi” dedim. “Geçmez, Meclis’in aritmetiği buna imkan vermez” dedi. “Nasıl olacak peki?” dedim. Dedi ki, “ben hukuki durumu inceledim, bir kararnameyle olur” dedi. O hep böyle gedikler, hukuki açıklar bulurdu. Son yıllarda Türkiye’nin başına bela olan bu torba yasalar da onun cinliğinin sonuçlarından biriydi. Süleyman Demirel hükümetinin tutumunu hatırlattığımda, “Dönünce Süleyman’la bunu konuşacağım. Biz çözemezsek Türkiye 100 metre koşacak bir atlet gibi, adaleleri, her şeyi yerinde, korkunç bir karın ağrısı var, iki büklüm oluyor, ayağa kalkamıyor. Bu işi çözmek ülkeyi yönetenler olarak bizim görevimizdir” dedi.

O dönemde Türkiye’nin Kürt meselesine yaklaşımı bu durumdaydı. Ama Turgut Özal’ın kafasında Türkiye’nin başka bir idare modeli vardı. ABD başkanlık sistemine benzer bir model. Çok güçlü bir başkan, yürütme gücü onun elinde. Fakat çok güçlü bir parlamento. Denetleyici bir parlamento ve bağımsız yargı. Ama Amerika bir federal sistem. Türkiye’de adına Kürdistan demeden coğrafik bölgelere göre, işte güneydoğu, Doğu, Marmara, Trakya  gibi… Oraların özyönetimi olacak şekilde adına da federasyon demeden çünkü Türkiye’de kıyamet kopar, ülkeyi mi bölüyorsun diye. Vali ve emniyet müdürlerini kendilerinin seçeceği böyle bir idari model vardı kafasında. Valiyi, emniyet müdürünü Kürt seçecek, Ankara’dan tayin edilmeyecek, kolluk kuvvetlerinin başında kendilerinin seçtiği biri olacak. Tabi belediye meclisleri, il meclisleri, onların yetkileri, Süleyman Demirel’in de kabullendiği Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı, Türkiye’nin ona çekincesinin kaldırılmasıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi. Bunlar vardı ama birbiriyle bağlı bir proje halinde yoktu. Öncelikli olarak PKK meselesinin halledilmesi yani Kürt isyanının bir anlamda sonlanması için kademeli bir af.

Söylemeyi öncelikle gerekli bulduğum husus şu: 1984’te başlamış bir silahlı çatışma var. Sözünü ettiğimiz dönem 1993. Daha 10 yıl olmamıştı. O dönemin Türkiye’si, bölgesel ve uluslararası şartları bambaşkaydı. Bugün üzerinden 40 yıl geçmiş, can kayıpları artmış, boşaltılmış köyler, şehirler, demografi değişmiş, şimdi ayrı bir dünyadayız. O yüzden 1984’te bunu söylüyor, kademeli af. Kaldı ki devletin çekmecelerinde o kademeli aftan gayrı da ki şu anda Bahçeli’nin açıklamalarında ipuçlarını görüyoruz, daha da farklı bir şey yok. O dönem için çok radikal ve işi çözücü gözüken bir şeydi o. Bir de dediğim gibi idari bir takım şeyler yaparsanız, Kürtçeye bir takım imkanlar sağlarsanız çözülür. Şimdi 1993’ten bu yana 31 sene geçti, 1984’ten 93’e 9 sene geçmişti. İkisini ekleyin 40 senelik bir iş bu, 100 senesini unutursanız en azından son çatışmalı hali 40 senedir. Şimdi ayrı bir yerdeyiz.

Bugüne gelirsek, 1 Ekim sonrası bazı gelişmeler yaşandı. Devlet Bahçeli, Meclis’in açılışında DEM Parti sıralarına giderek eş genel başkan Tuncer Bakırhan’la tokalaştı, daha sonra PKK lideri Abdullah Öcalan’a çağrıda bulundu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Bahçeli’ye destek verdi, 43 ay aradan sonra Öcalan’ın yeğeni ve Urfa milletvekili Ömer Öcalan’la görüşmesine izin verildi. Tüm bu gelişmeler yeni bir sürece mi işaret ediyor? Bir de siz o dönem Özal çok yalnızdı dediniz, bugün MHP sürecin içinde, CHP karşıt bir konumda değil, bu durum gelişmeleri nasıl etkiler?

Tam da bu dediğiniz bakımdan çok önemli ve dolayısıyla değerli buluyorum gelinen noktayı. Ama henüz sürece benzer bir şey görmüyoruz. Muhtemelen daha önce gördüklerimiz gibi olmayacak. Bir çoğumuzun kafasında 2013-2015 var. İmralı’ya heyetler gidecek gelecek, taraflar oturacak, DEM Parti o zaman ki HDP gibi çalışacak. Ama bu kez öyle olmayacağı anlaşılıyor.

Bu kez ne olacak?

Ne olacağını biz de daha tam olarak kestiremiyoruz. Kim şöyle olacak, böyle olacak diyorsa, yüksek perdeden çok da gerçekçi olmayan ve bilgiye dayanmayan bir şey söylüyor demektir. Bir de hem o dönemleri bilen, işin içine girmiş biri olarak, hem de şu an milletvekili sıfatıyla aktörleri çok yakın mesafeden görerek bazılarıyla konuşma imkânına sahip birisi olarak kıyaslama yapıyorum ve ben olarak diyorum ki birçok şey bilmiyoruz henüz. Ama önemli mi, değerli mi? Evet önemli ve değerli. Tam da sizin işaret ettiğiniz nedenlerden ötürü öyle.

Bir de bir milletvekili arkadaşım hatırlattı, ben yurtdışındaydım o gün mecliste değildim, daha sonra görüntüleri dikkatlice izledim, Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına yürüyüp el sıkışması, ki kendisi bunun doğaçlama değil bir planın projenin uygulamasıdır demeye getirdi. Bahçeli, DEM parti sıralarına geliyor ama diğer partilere gitmiyor, kendisi nazik biri olarak biliniyor ama nezaketen de olsa diğer parti gruplarına gitmiyor. Bahçeli, malum sembolizmden hoşlanan birisi, müzikler, şiirler filan.

Peki, ne anlama geliyor Bahçeli’nin bu tutumu, buradan ne anlamalıyız?

Bu iş o an olmuş bitmiş değil arkası ve önü var. Benim sezgim o ki muhtemelen bir takvimi var. Bahçeli 1 Ekim’de DEM Parti sıralarına yürüyecek, tokalaşacak, sonra sorulunca bir açıklama yapacak, MHP grubunda bir konuşma yapacak filan. Geri dönüşleri toplayacak, bir süre sonra Abdullah Öcalan’ın umut hakkından yararlanarak serbest bırakılacağını ifade edecek sonra geri dönüşleri toplayacaklar, bir de cumhur ittifakı bu ve 43-44 ay yani üç buçuk yıl sonra nefes alıp verdiğine dair hiçbir bilgi edinilmeyen Abdullah Öcalan DEM Partili bir milletvekili, üstelik yeğeni tarafından ziyaret  edilecek. Yani tectir hem var hem 44 aydır sürdüğü haliyle yok çünkü birisi gitti gördü onu. Ordan da kısa da olsa bir mesaj çıktı dışarıya. Ondan sonra cumhurbaşkanı daha önce kullanmadığı sözcüklerle Bahçeli’nin girişimleri üzerine açıklama yapıyor. Dikkati çeken bir nokta bugüne kadar bu tür herhangi bir girişimi engelleyici rolde olması beklenen ve hatta engelleyebilen ve Türk milliyetçiliğini ideolojik ve kurumsal anlamda temsil eden kişi ön alıyor. O zaman son derece ciddi ve önem verilmesi gereken bir durum var. Nereye gider, ne şekilde gider onu henüz tam bilmiyoruz.

Cumhur İttifakını bu konuda harekete geçiren şey ne? Kimileri bunu yeni anayasa ve Erdoğan’ın yeniden seçilme çabasına yani iç siyasete, kimileri ise Ortadoğu’daki özellikle Suriye’deki gelişmelere bağlıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

İlk yorum Ankara gazeteciliği ve siyasetçiliğinin akıl yürütme tarzı. Bu çok ciddi bir şey. Yani Devlet Bahçeli lafzen re3ddetse de Kürt meselesinin en can alıcı noktasında ön alıyor şu anda. Bundan daha ciddi bir şey olamaz. Hep De Klerk-Mandela örnekleri veriliyor. Kimsenin aklına gelmeyen içinde yaşadığım bir örneği ben vereyim. Yaser Arafat İsrailliler nezdinde yani sadece siyasetçiler değil İsrail Yahudi toplumu nezdinde algısı ve sıfatı bebek katiliydi. Canım olur mu Yaser Arafat kahramandı. Bizim için öyleydi. E, siz gidin onu İsrailli Yahudilere sorun. Ortalama bir Yahudi için bebek katili ve teröristti. İsrail siyasetinin bir dönem en katı, en sert adamı İzak Rabin’i. Şu meşhur intifadada kol kırma sahneleri onun yönetimi ve talimatıyla yapıldı. Washington’da Clinton’ın önünde imzalanan ve yüzyılın el sıkışı denilen Barış Anlaşmasını o imzaladı. Rabin-Arafat, De Klerk-Mandela, şimdi bu örneklerden bakarak Bahçeli yapar mı? De Klerk yaptı, Rabin yaptı. Nelson Mandela da Afrika Ulusal Konseyi’nin silahlı kolunun lideriydi. Irkçı beyaz rejim ve Güney Afrika beyazları nezdinde teröristin dik alasıydı. Bize göre değil ama onlara göre öyleydi. Bu tarihi örnekler üzerinden bakarsan yaşanan gelişmeler önemli. Bu kadar önemli gelişmeyi yok cumhurbaşkanlığı süresini uzatmak yok anayasa tartışmalar bağlamında ele almak…

MHP Genel Sekreteri Feti Yıldız da bu tür değerlendirmelerin çok sığ olduğunu söyledi.

Çok çok sığ, çok yüzeysel. Dolayısıyla bunu daha geniş planda okumak lazım ve sorunun ikinci bölümünde ifade ettiğiniz duruma daha uygun. İsrail’in saldırıları ve İran’la çatışma sonucu Ortadoğu öylesine belirsizliğe ulaştı ki, bölgenin belirsiz geleceğinde Kürtlere bir takım fırsatlar çıkabilir. Bu fırsatlar bir takım güçlerin elinde Türkiye’ye tehdit olarak dönebilir, şimdiden biz ön alalım, bunu da kendi Kürtlerimiz üzerinden yapalım. Şimdi niyet bu olabilir ama bu tren yola çıkarsa doğrudan gideceği istasyon o olamaz. Benim kendi bakış açım, bilgim ve görebildiğim eğer bu iş için Suriye’deki Kürt oluşumunun iptalini düşünüyorsanız, “Kürtler özerk bir yönetime sahip olmasın, onları bitirmek için bu işi yapalım yoksa kılıçları çeker kelleleri uçururuz Türkiye’de de bölgede de”. Ama bu iş öyle olmaz. Tam tersine ben, Suriye’deki Kürtlerin Türkiye’deki Kürtlerin doğal uzantısı olduğunu, onların oradaki oluşturduğu durumun Abdullah Öcalan’ın tezleri ve fikirleri uyarınca olduğunu söylüyorum. Irak’takinden farklı olarak, oradaki bildiğiniz gibi Barzani-Talabani, Suriye’deki Öcalan, aynı şey değil. Sosyolojik olarak da baktığınızda Suriye Kürtleri Türkiye Kürtleriyle aynıdır aşağı yukarı. Dolayısıyla orada ki durumu Türkiye’ye tehdit olarak değil Türkiye’nin kazancı olarak görüp tam tersine Öcalan’ı onu engellemek için değil değerlendirmek yerine Suriye Kürtleri üzerinde Türkiye’nin de nüfuzunu arttırmak ve Türkiye Kürtleriyle ile Türkiye’nin geri kalanı arasında kuvvetli bir barışçı beraberlik sağlayarak Türkiye’yi güçlendirmek olarak algılarsa bunu Bahçeli de, Erdoğan da, Özel de, İmamoğlu da kimse aktörler, Türkiye’nin hayrına olur. Tekrar soruya dönersek, bu son gelişmelere Türkiye’yi hareketlendiren şey bölgedeki durum.

Türkiye, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’ne de önce karşı çıktı, kendisine yönelik bir tehdit olarak tanımladı ancak daha sonra tutumunu değiştirdi ve orayla iyi ilişkiler durdu. Bugün bölgede en iyi ilişkiler içinde olduğu komşusu Irak Kürdistan Bölgesi. Türkiye, Suriye Kürtlerine yönelik de benzer bir tutum değişikliğine gider mi sizce?

Olabilir tabi. Türkiye Kürtlerinin parlamentodaki temsilcisi DEM Parti, onun dışında Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi dediğimiz, bu üç sözcükle ifade ettiğimiz durumun simge figürü kim ne derse desin, sevsinler sevmesinler Abdullah Öcalan’dır. Suriye Kürtleri için de öyle. Dolayısıyla Abdullah Öcalan üzerinden bir gelecek tasavvuru kuracaksanız bu hem Türkiye için Türk-Kürt barışını sağlama alacak hem Suriye Kürtlerinin, iktidar sahiplerinin korktuğu gibi Türkiye’ye bir tehdit olmaktan Türkiye’nin nüfuzunu Suriye üzerine yayacak bir potansiyeli var. O bakımdan bütün bir bakış açısının Suriye Kürtlerine yönelik değişmesi lazım. İki etnik topluluk yüzyıllardır bir arada yaşadı. Bunların devleti ne? Türkiye cumhuriyeti. Ama Kürtler orada kendine yer bulamıyor henüz. Kürtlerin orada yer bulmasını temin etmek ve toplumsal barışı sağlamak için Öcalan üzerinden başlatma niyetinde olduğunuz güzergaha girerseniz o güzergahin bir ucunda Suriye Kürtlerine “Aa, bak PYD-YPG’nin kontrolünde bu bize karşı Amerika’nın, İsrail’in kullanacağı bir maşa olur” bakışından kendinizi kendiliğinden kurtaracaksınız demektir. Girin bu yola. Ve Türkiye’deki Kürtler ve Türklerin kardeşliğine inanıyorsanız, ki Abdullah Öcalan’ın rol oynayabileceğini de söylüyorsunuz, doğrudur, oynar. Oynatın o rolü. Güçlü ve güçlendirilmiş bir Öcalan o rolü oynayabilir. Hatta daha da öteye gideyim, Kürtlerin binlercesi en başta Kürt halkının çok sevdiği siyasi bir şahsiyet olan Selahattin Demirtaş… Bunların hepsinin siyaset yapar duruma çıkması lazım ki Türk-Kürt kardeşliği Türkiye Cumhuriyetini güçlendirecek bir kıvama gelsin. Onun da doğal uzantısı Suriye Kürtlerine yönelik tehdit algısının değişmesi olacaktır.

Bu strateji cumhur ittifakının mı, yoksa arkasında bir devlet aklı mı var? Çünkü Esenyurt Belediyesine kayyım atanması devlet içindeki bazı güç odaklarının olası bir süreci önleme hamlesi olarak değerlendirenler var…

Bana devlet aklı gibi geliyor açıkçası. Devlet Bahçeli’nin 1999’dan sonra 2015’te oynadığı role baktığımız zaman kritik noktalarda Türkiye devletinin pozisyonlarını optimal noktada yansıtan bir figür olarak, adı gibi devlet olarak gözüküyor. Bir de şuradan anlıyoruz, Tayyip Erdoğan grup konuşmasında Bahçeli’yi överken “yüzyıllardan beri gelen devlet aklının irfanını temsil ediyor” dedi. Bir de bir zamanlar bir devlet vardı bir de derin devlet vardı bizim söylemimizde. Şu anda bu kadar derin çizgilerle ayrılmış değil devlet ve derin devlet arasındaki sınırlar. Aynı zamanda AKP ile MHP’nin temsil ettiği rejimle devlet de muhtemelen iç içe yapılar. O yüzden bunu bir siyasi partiler bağlamının ötesinde bir devlet projesi olarak görmek gerekir. Ahmet Özer’in tutuklanmasına gelirsek, işin bir de günlük ve dönemsel siyasi boyutu var. Devlet aklı var diye siyasi aktörlerin arasında farklılıklar da olacak. CHP içerisinde ki ayrılıkları derinleştirme hesabı olabilir, CHP ile DEM Parti arasındaki yakınlaşmayı önlemek, bir muhalefet bloku olmasın diye cumhur ittifakının bir hesabı pekâlâ olabilir. Yani Ahmet Özer olayını, bu tür siyasi hesaplarla izah edebiliriz. Böyle değilse bile bu dönemde bir çok iniş çıkış, provokasyon olabilir. Hatta bu dönem hiç istemediğimiz bir yere de evrilebilir, o tehlike de var. çok hassas bir dönem bu.

Bazı işaretler var ama henüz bir süreç yok dediniz. Geçmiş deneyimler ışığında bir sürecin başlaması ya da sağlıklı şekilde yürümesi açısından taraflar ne yapmalı, neye dikkat etmeli?

Bu çok kırılgan, ince bir buz tabakası üzerinde horon tepmeye benzer. Hem horon tepeceksiniz, hem ince buz tabakasını kırmayacaksınız. Ama sonuna erdirebilirsek halkımız için, bazıları bakımından da devletimiz için iyi olacak. Bunun için sabır gerekiyor, özveri gerekiyor, esneklik gerekiyor ve irade gerekiyor. Sabredeceğiz, bazen geri adım atmayı bilelim. Bir de dilimize çok dikkat edelim, bütün taraflar açısından. Buyurgan bir dil, hakaretamiz bir dil, buyurgan bir dil, üstenci bir dil… Bunlar olmaz. Niye olmaz, çünkü benzer şekilde cevap gelir. Zaten toplum kutuplaşmış, bu dille daha da uzaklaşır birbirinden. O yüzden bütün aktörlerin diline dikkat etmesi gerekir.