“Efendi”nin barışı mı?
Elçin Aktoprak 29 Ekim 2024

“Efendi”nin barışı mı?

Biri olmak için yaptıkların ve gösterdiğin performans ile biri olduğun için yaptıkların ve performansın arasındaki o ince derinlik sadece bireysel yaşamlarımızı değil, siyasal alanı ve toplumsal barışı da yakından etkiliyor; hele de bu eylem ve performans iktidar kurma niyetinde bir siyasi aktörünki olarak karşımıza çıktığında.

Bireysel hayatta nazik biri gibi görünmek isteyen ile gerçekten nazik olanın performansı arasındaki samimiyet çok önemlidir mesela, bu yelpaze pek çok bireysel nitelik üzerinden de genişletilebilir. Bu fark kendi küçük dünyamızda önemli, önemsiz pek çok etki de yaratabilir; lakin en derin etkiyi iktidar kurma meselesi söz konusu olduğunda yaratır. Bu bağlamda bireylerin siyasal ve toplumsal alandaki aktörlüğü ile örgütlü siyasal aktörler arasındaki kesişen kümedir genellikle iktidar kurma talebi. İktidar kurmak isteyen siyasal aktörler için çoğu zaman öncelik “bir şey olmak için” gösterilen performanstadır gibi gelir bana hep; zaten iktidar kurmak değil de iktidarı paylaşmak isteyenlerin samimiyeti başka bir seviyeden kurulur ve toplumsal hayattaki adalet denkleminde de eşitliği farklı bir yerden kuracakları için bahsedeceğim iktidarı “efendi” olmakla denkleştiren yerden uzaktırlar.

Bu muallak ifadeleri AKP’nin kendisini “efendi”ye direnen yeni bir aktör gibi kurduğu 2001’den günümüze somutlaştıralım. İktidara geliş sürecinde ve iktidarının ilk yıllarında AKP kadroları Türkiye’deki İslami muhafazakâr kanadın Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihsel “davası”nı yine o dönemin popüler postkolonyal söylemini kullanarak vitrine koyuyorlardı. Bu siyasi gelenekte sömürge olmak Türkiye özelinde işgalin fiili gerçekliğinden ziyade, zihin dünyasının sömürgeleşmesi ve devletin halkına yabancılaşması olarak sunula gelmişti. Bu bağlamda sömürgeci geleneksel “öteki” Batı ve Türkiye’deki “efendi” de Batı’nın temsilcisi olarak görülen Kemalizm’di. Kemalizm devlet ile milleti birbirinden koparmakla eleştiriliyor, maddi alanda kapitalist sermaye birikim modeli ve teknolojik ilerleme reddedilmezken, manevi alan İslam üzerinden bir medeniyet savunusu olarak Batı’nın karşısında kurgulana geliyordu.

Bu kabaca özetlenen söylem AKP’nin iktidara geliş sürecinde ve iktidarının ilk yıllarında çok net ifade edilmedi; hatta iktidar talebi Batı’yla siyasal ve kültürel bir uyum vaadinin öne çıkarılmasını ve bu bağlamda bir performans sergilenmesini beraberinde getiriyordu. Lakin AKP seçim süreçlerinde seçmenlere seslenirken, alt metinde “efendi”nin yok saydığı tüm seslerin sesi olmaya geliyoruz vurgusu hakimdi. Kemalizmin bastırdığı tüm toplumsal kimliklere göz kırpılıyor, yeni bir toplumsal birlik vurgusu içeriği doldurulmadan cilalanıyordu. Özellikle Kürtlere yönelik söylemde “biz de sizin gibi ezildik” vurgusu ön plandaydı. Geleceğe dair bir çözüm planı değil, ama geçmişi ortak mağduriyet üzerinden lanetlemenin altı çiziliyordu.

AKP’nin bu iktidara talip olma performansı farklı siyasal ittifaklarla iktidarının sağlamlığından emin olana dek devam etti. İster takiye densin ister strateji, “paryalar”ın “efendi”ye karşı mücadelesinin “direnişçisiymiş” gibi -mış’larla hareket eden AKP, 2011 genel seçimlerinde açıkça “ustalık” dönemini ilan ettiğinde, bir şey olmak için yapılan performans kendisini artık olunan “efendilik” performansına bıraktı.

AKP 2011’den itibaren eski Kemalist rejim karşısında kendi iktidarının “kuruculuk” sıfatını pekiştirmeye, bunu “Yeni Türkiye” betimlemesiyle vurgulamaya çalıştı. 2013 Gezi hareketinden sonra artan şekilde çıkan her muhalif toplumsal hareket AKP’nin iktidarına yönelik bir darbe olarak yorumlandı ve bugün yine gündemde olan “ajanlık”la suçlandı. Tüm muhalifler aynı sepete konarak ötekileştirilirken kutuplaştırıcı dil keskinleşti. İktidar olmak için gösterilen performans ile iktidar olarak gösterilen performans arasında en önemli sloganlardan biri Necip Fazıl’ın “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” dizeleriydi. Tarihsel olarak kendisini Kemalist “efendi” karşısında yurdun öz evladı ama “parya” olarak konumlandıranlar, 2015’te “artık yurda, ümmete, millete, vatana, bayrağa sadık AK Parti kadroları var” diye sesleniyorlardı seçmenlerine; artık “parya” değilsiniz diyorlardı. Erdoğan’ın muhafazakârlar arasından kendisine yönelik tepkilere “ev zencisi” demesini bir de buradan okumakta fayda var diye düşünüyorum.

Yeni “efendi”, yeni ulus tanımını da şekillendiriyordu. ’80 darbesinin ardından yükselen Türk-İslam sentezine rağmen yerinden edilemeyen Kemalist resmî ideoloji yerini AKP’nin Sünni İslam merkezli dinsel milliyetçiliğine bıraktı. AKP, tam da reddetmeye çalıştığının kendisi olmuştu. Eleştirilen tüm “tek”likler, liderden parti-devlete, hayata geçirildi. Eğitimden bürokrasiye, tarihin yeniden yazımından günlük hayat pratiklerinin yeni bir ulusal kimlikle yorumlanmasına kadar pek çok alanda Kemalist ulus inşa sürecinin izleri takip edildi. Artık AKP sadece iktidarının ilk dönemindeki gibi eski rejimi olumsuzlamakla yetinmiyor, yeni bir iktidar düzenini inşa ediyordu.

2002’de iktidara gelirken karşı olunan Kemalist ulus devletti, ama ulusun ve devletin kendisi değildi. Çoğulculuktan zaten bahsedilmiyordu da tahammül üzerinden tanımlanan muhafazakar demokrasi kavramı bile otoriter rejimin yargı-yasama-yürütme üçgeninde sağlamlaşmasıyla rafa kaldırıldı. 2008 krizinden sonra uluslararası alanda ulus devletin yeniden yükselişi de AKP’nin tahayyülündeki rejimi kurmaya rahat bir zemin sağladı; iç dinamiklerin de etkisiyle Türkiye’yi otoriter rejimler içinde bir rejim örneği haline getirdi.

Bu ortamda AKP’nin “efendilik” performansını en net gösterdiği alanlardan biri de Kürt meselesi oldu. AKP dönemindeki her çözüm sürecinde AKP’nin ulus tanımının sınırları net bir şekilde ortaya kondu, Sünni İslam ulusa manevi değer katan en önemli bileşen olarak yüceltildi. 2009’daki Milli Birlik ve Kardeşlik sürecinde ve 2013-2015 çözüm süreci girişiminde İslam kardeşliği üzerinden Türkiye’deki tüm Müslüman halklar, başta Kürtler, bu yeni ulus tanımına dahil olmaya çağrılıyorlardı; elbette Türklerin abiliği kabul edilerek. Çözüm vatandaşlığın yasal zemininin ve eşitliğin toplumsal hayata geçirilmesinin kurulmasında değil, kardeşlik bağı üzerinden “efendi”nin/abinin çizeceği toplumsal sınırlarda aranıyordu. Kürt meselesinde Kemalist dönemden farklarını Kürt kimliğini tanımış olmakla çizenler, bu sefer de Kürtleri kendi “efendilik” konumları üzerinden “iyi” ve “kötü” Kürtler olarak tanımlamaktan çekinmiyordu.

2015’ten bu yana AKP’nin iktidardaki yeri, kendini devletin, milletin tek temsilcisi ve sembolü olarak gören pozisyonu 2016’dan itibaren özellikle OHAL döneminde zirveye ulaştı. Güneş Daşlı’nın Demos tarafından yayınlanan raporu öz ve net bir şekilde AKP’nin bu dönemden itibaren Kürt meselesini nasıl ele aldığını açıkça ortaya koyuyor, tekrara gerek yok. Vurgulanması gereken, zirve noktasının aynı zamanda “efendilik” krizinin de başladığı yer olması ve şimdi son çözüm süreci tartışmalarının da bu krizin içinden ve bu krize dair yükselmiş olması.

Bahçeli’nin Öcalan’ı mecliste konuşmaya davet etmesi, bir yandan “efendilik” konumunun bir göstergesi. Bu çağrıyı başının üzerinde bir linç sopası olmadan yapabilmek, iktidardaki konumun önemli bir sembolü. Lakin öte yandan bu çağrıyı Erdoğan yerine Bahçeli’nin yapmış olması veya çağrının ona yaptırılmış olması da bir “efendilik” krizinin işareti. Bu ikilem “efendi”nin otoriter bir rejim sürerken dillendirdiği bir barış çağrısını nereye götürecek, birlikte göreceğiz; kesin olan şu an için iktidarın kendi çizdiği sınırlar içinde, kendi belirlediği kavramlar üzerinden ve kendi araçlarıyla şekillendireceği bir çözümden başka olasılıklara alan açmayacağı.

Kalıcı bir toplumsal barış, daha önceki yazılarda da altını çizmeye çalıştığım gibi, “-mış gibi olsun” performansıyla sağlanamaz. Barış tek bir aktörün, hele ki “efendi”nin bahşettiği ve/veya sadece çatışmanın tarafı olan önde gelen aktörlerin kuracağı bir toplumsal düzenin adı değildir. Kalıcı bir toplumsal barış çatışmanın tüm tarafları içinde aşağıdan yukarıya olabildiğince fazla aktörün dahil edildiği ve özünde toplumsal yapıdaki kutuplaşmayı ve kırılmaları hemen olmasa da orta ve uzun vadede ortadan kaldırmaya yönelik bir süreç olmalıdır, yasal ve toplumsal zemini kurulmalıdır. Bu süreci aşağıdan kurabilmek için en başta hukukun üstünlüğünü kurmak gerekir ki, sadece Bahçeli değil sivil toplum da sıradan vatandaşlar da kalıcı bir barışın öznesi olabilsin. “Efendilik” şapkası çıkmadan eşitlik sağlanmaz. Eşitlik sağlanmadan en fazla tahammül rejimi kurulur, adı barış olmaz. Bu minvalde Özgür Özel’in Türkiye Cumhuriyeti’ni herkesin devleti yapma çağrısı bir iktidar olma performansı değil de bir eşit iktidar paylaşımı çağrısıysa uzun süreli bir barış tahayyülünde kıymetlidir. Cumhuriyetin 101. yılında TBMM körleştirilen, tırpanlanan tüm dinamiklerine rağmen daha çoğulcu kurucu bir zeminin adresi olabilir; başlangıç için elzemdir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.