Kırılganlığın altın dokunuşu
Azad Barış 10 Kasım 2024

Kırılganlığın altın dokunuşu

İnsanın doğasının, evrimsel sürecin en üst basamağında yer alarak düşünme, yaratma ve bilinç kapasiteleriyle biçimlendiği kabulü bugün artık temel bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Evrimin en üst halkasına yükselmiş olarak tariflenen insan aynı zamanda kendini anlama yeteneği ve toplumsal etkileşimleri ile de diğer tüm canlılardan farklılaşır. Ancak söz konusu bu üstünlük, aynı zamanda onun en kırılgan özelliklerinden birine dönüşür; çünkü insanın varoluşu, biyolojik bir başarı olduğu kadar, köklü bir kırılganlık tözünü de ihtiva eder.

İnsandaki kırılganlık tözü, felsefi, sanatsal ve edebi söylemlerde defalarca dile getirilmiş, insanın kırılgan doğası ve onun çevresiyle kurduğu ilişkiler hakkında derinlemesine düşünülmüştür. Dolayısıyla, insanın evrimsel ve sosyolojik gelişiminde “kırılganlık” mefhumu, varoluşunun hem yaratıcı hem de yıkıcı boyutlarına işaret eden temel bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki kırılganlık, insanın çevresiyle kurduğu ilişkilere, kendini anlamlandırma çabasına ve toplumsal yapılarla etkileşimine damgasını vuran özelliklerle donatılmıştır. Çünkü insan, epistemolojik ve ontolojik düzlemde hem kendi varlığına hem de dış dünyaya duyduğu derin hassasiyetle tanımlanan, içinde bir ikilik barındıran bir bütün olarak karşımıza çıkar. Bir yandan varoluşunun özünde sarsılmaz bir sağlamlıkla kök salar; diğer yandan, en ufak bir dokunuşla dağılabilecek kırılgan parçaların bir araya gelmesiyle şekillenmiş gibidir. Belki de Nietzsche’nin sözünü ettiği “tek bir yara,” insanın maneviyatını derinleştirip erdemlerini genişlettikçe, onu kırılganlıkların keskin sınırında yaşamaya mahkûm eder. O nedenle kırılganlığın bir altın oranı yoktur ama altından bir dokunuşu vardır. Bu bağlamda, bireylerin kırılmasına neden olan her türlü davranış ve eylem, aslında insanın en temel savunma mekanizmalarının zayıflık iklimidir ve bu onu parçalanmaya daha açık hale getirir.  Burada, Japon estetik geleneğinden gelen “Kintsugi” sanatı ile insanın kırılgan yapısı arasında ilginç bir paralellik kurulabilir. Kintsugi sanatı, kırılmış seramikleri altınla birleştirerek onları eskisinden daha güzel bir hale getirir. Bu estetik yaklaşım, kırılmanın aslında bir kayıp değil, yeni bir varoluş formu olduğu fikrine dayanır.

Ancak, insanın kırılganlığı söz konusu olduğunda, Kintsugi felsefesinin bu romantize edilmiş tamir süreci geçerli olmayabilir. İnsan, varoluşu gereği basitçe onarılabilecek bir nesne değil, aksine her kırılmada daha derin bir anlam kaybı yaşayan, karmaşık ve yegâne bir varlıktır. Ona Kintsugi ile yaklaşmak, insanın doğasında bulunan hassasiyetleri sıradanlaştırmak ve onu “şeyleştirmek” (Verdinglichung) anlamına gelir.  İnsanı her kırılmadan sonra yeniden, eskisinden daha güçlü bir biçimde bir araya getirmek; ona öznel bir değerden ziyade nesnel bir işlev yüklemek olur. Oysa insanı değerli kılan, bu kırılganlığın kendisidir; onu korumasız, ama bir o kadar da derin yapandır. İşte bu yüzden, insanı kırmaktan kaçınmak, onun benzersiz varoluşuna duyulan saygının bir ifadesidir. Onu bir sanat eseri gibi yücelterek değil, varoluşunun özündeki incelikleri fark ederek, bir misyon taşıyıcısı olarak görmek; bu misyonu derinlemesine anlamak gerekir. Nietzsche, “İnsanca, Pek İnsanca” eserinde, insanın kendi doğasına karşı duyduğu hassasiyetin onu yücelten ancak aynı zamanda inciten bir özellik olduğunu vurgularken “insan, kendini aşmaya çalışan bir varlıktır, ama bu çaba her zaman onu daha da kırılgan hale getirir” der. Bu bağlamda, insanın her kırılganlığı aynı zamanda onun kendini yeniden tanımlama, daha esaslı bir anlam arayışı içinde bulunma çabasıdır. İnsan, yalnızca fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda sürekli olarak anlam yaratmaya çalışan bir özdür. Bunun yanı sıra “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te aynı Nietzsche, insanın doğasını “ip üstünde yürüyen bir cambaz” ve her adımda büyük bir çabayla ilerleyen bir varlık olarak her an düşüş tehlikesiyle karşı karşıya olarak da resmedilir. Nietzsche’nin bu metaforu, insanın kendi içinde taşıdığı riskler ve bu risklerin ona kattığı anlam hakkında önemli bir ipucu sunar. İnsan, sürekli olarak kendi potansiyelini aşmak isteyen ama aynı zamanda o potansiyelin sınırları tarafından çevrelenen bir varlık olarak evrende yer kapmaya çalışmaktadır. Kırılganlığın bu felsefi yoğunluğu, Japon “Kintsugi” sanatıyla daha somut bir biçim alır.  Yukarıda da bahsi geçtiği gibi Kintsugi, kırılan seramikleri altın veya gümüş ile onararak onları eskisinden daha kıymetli bir hale getirme yaratısıdır. Ancak burada insanın onarılamayan bir doğaya sahip olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. İnsan, bir kez kırıldığında, nesneler gibi “daha güzel” hale gelmez; aksine, her kırılma, insan ruhunda derin bir yarık bırakır.  John Berger, “Görme Biçimleri”nde insanın kırılgan doğasına dair dile getirdiği gibi, “insan, gördüğünde bir bütün olduğunu sanır, ama aslında her bakış, onun içindeki kırılganlığı yeniden şekillendiren parçaların bütünüdür” der. Berger’in bu ifadesi, insanın kırılganlığını anlamanın yalnızca dışarıdan değil, içeriden de şekillendiğini hatırlatır. Şairin Nietzsche’si olarak tarihi zan altında bırakan Rainer Maria Rilke ise “Genç Bir Şaire Mektuplar” adlı eserinde, insanın kırılganlığına dair özenli hassasiyet göstermesinin ana nedeni her ne kadar Nietzsche ve Salome ile kurduğu kırılgan üçgen olsa da daha evrensel bir bağlam üzerinde söz kurarak insan kırılganlığının gerçek anlamını açığa çıkarmaya çalışır.  Rilke, “insanın kırılganlığı, onu daha güçlü hale getirmez; aksine, onun içinde derin yarıklar bırakır ve bu yarıklar, yaşamın özüne dair ipuçları taşır” derken, bu, Nietzsche’nin “beni öldürmeyen her darbe, beni daha güçlü kılar” sözüne bir itiraz olarak ortaya çıkar. Bu bakış açısına göre, kırılmalar, insanı onarmaktan ziyade, ona varoluşun inceliklerini hissettiren yaralardır. İnsan, bir nesne gibi onarılamaz çünkü onun kırılganlığı, varlığının özünde saklıdır. Rilke, bu kırılganlığı, insanın dünyaya ve kendine dair duyduğu derin bir saygı olarak yorumlar. “Sisyphos Söyleni”nde, Camus, insanın anlamsız bir evrende kendine anlam yaratma çabasının aslında büyük bir yük olduğunu belirtirken “hayatın absürtlüğünü kabul eden insan, hayata dört elle sarılır ve bu onun trajik kahramanlığından başka bir şey değildir” der. Camus’nün ifadesi, insanın, sürekli kırılma riskiyle yaşadığı halde, hayata bağlı kalmasındaki köklü cesareti işaret ederken, her kırılma deneyimi, onun yaşama iradesini ve anlam arayışını yeniden bir sınamaya tabii tutar.  “Varlık ve Zaman”da ise Heidegger, insanın kendini anlamlandırma sürecini nesneleştirilemeyecek kadar derin bir süreç olarak tanımlarken bir “Dasein” olarak insan varoluşunu bütün halleriyle düşünen, sorgulayan ve kendi anlamını yaratmaya çalışan bir varlık olarak görür.  Ona göre insan, sadece “bir şey” (ein Ding) değil, aynı zamanda kendini anlamlandıran bir “olay”dır (ein Ereignis). Çünkü insan bütün kırılmalara rağmen, her an kendine dair sorular soran, kendini anlamlandırma çabası içinde olan marazlı bir varlıktır ama kendi varoluşunu yeniden yaratan bir güce sahip bir varlık.  Aşkın bir şekilde kendini var etme ve anlam yaratma süreci onu bir “olay” olarak o tarihin bir parçası yapar. Başka bir deyişle, insanın kırılgan yapısı aslında onun, varoluşunun temel bir parçası olduğunu da beraberinde getirir. Bu bağlamda, insanı kırılmalarından arındırarak anlamak veya onu sıradan bir nesne gibi onarmak mümkün değildir. Dolayısıyla, diyalektik bir süreç olarak, insan içinde taşıdığı kırılganlıkla evrenin en özgün varlığı olarak ortaya çıkar.

Simone Weil de, insanın kırılganlığını onun en kıymetli yanlarından biri olarak görürken, “kırılganlığın, onun evrenle kurduğu en derin bağı; yara ve onun evrenle bir kez daha temas etmesini sağlaması”dır der. Weil’in bu sözüne göre, insanın kırılganlığını, onun kendine ve dünyaya dair duyduğu en derin bağlılık olarak nitelendirmek abartı sayılmaz. Kendini anlamaya çalışan, kırılmalarının izlerini ruhunda taşıyan insan ile toplumun ve kültürün ona yüklediği anlamlar, onun bu kırılgan doğasını daha da derinleştirir.  Bu noktada, Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” eserindeki şu sözlerin de insanın kırılgan doğasına dair unutulmaz yankısı yeniden kulağa tırmanır: “Her kalp bir katedraldir, ama o katedralin her taşında bir çatlak saklıdır.”  İnsan, taşıdığı çatlaklarla var olur ve o çatlaklar, onun yaşam yolculuğunun bir parçasıdır.  Bu çatlaklar, onu hem zayıf kılar hem de evrenle olan bağını güçlendirir. Nitekim, insanın kırılgan yapısı, onun evrendeki anlamını ve yerini oluşturan bir temel unsurdur.  Nietzsche’nin “ip üstündeki cambaz” metaforundan Camus’nün “trajik kahramanlığı”na, Rilke’nin yaralarına, Heidegger’in “Dasein”ına ve Weil’in evrenle kurduğu derin bağa kadar, insan kırılganlığı, felsefi ve sanatsal düşüncenin en temel meselelerinden biri olarak varlığını korur.

Kintsugi öğretisindeki gibi kırıkları altınla onarıp eskisinden daha güzel hale getirme arzusu figüratif olması nedeniyle insan için yeterli bir feyezan değildir; çünkü insan, kırıldığında, her kırık onun ruhunda silinmez bir iz bırakır ve o izler, onun varoluşunun en derin parçaları olarak hep eksantrik kalır. Bu yüzden insanı kırmamak, ona bir nesne gibi değil, eşsiz bir varlık olarak değer vermek, onun özgün kırılganlığını anlama çabası erdemin altın kurallarından biridir.

Kırılganlığın bireysel olduğu kadar toplumsal bir boyutu vardır ve bu boyut günümüzdeki sosyal ve politik iklimin de temel taşlarından birini oluşturur. Modern toplumlarda kırılganlık, yalnızca bireylerin değil, aynı zamanda toplumların da üstünü örten bir gerçekliktir. Toplumların savaş, göç, ekonomik eşitsizlikler ve çevresel yıkımlar gibi kolektif kırılmalar yaşadığı bir çağda, kırılganlık artık bireysel travmaların ötesine geçmiş, toplumsal hafızalara kazınan bir yarık açmıştır. Siyasi ve iştimai düzlemde, kırılgan toplumlar, çatışmaların, adaletsizliklerin ve baskıların gölgesinde savunmasız hale gelirken, kırılgan bireyler ise güç arayışına itilmektedir. İnsan, kendi kırılganlıklarını örten bir maske ardında yaşamaya çalışırken, toplumlar da yaralarını kapatma çabası içinde parçalanmakta ve yeniden inşa edilmektedir. Böylesi bir dönemde kırılganlık, insanın toplumsal yaşamda nasıl yer aldığını ve varoluşunun sınırlarını nasıl çizdiğini belirler hale gelmiştir. Hem birey hem de toplum, kırılganlıkla yüzleşip onu kabullendiği ölçüde kendini daha doğru anlamlandırabilir. Zira kırılganlığın altın dokunuşların tesiri ve kabulüyle, yeni bir direnç ve bütünlük evresine dönüşebilir. Toplumsal ve politik ilişkilerin dayattığı çatışma ortamları, bireyleri özlerinden uzaklaştırırken, onların kırılgan yanlarını da daha savunmasız hale getirmektedir. İnsan, bu çatışma dünyasında kendi varoluşunu yeniden tanımlama mücadelesi verirken, bu kırılganlık, dayanışmanın, onarımın ve anlam arayışının da temelini oluşturmaktadır. Ancak asıl paradoks, toplumların kırılganlığı kabul edip onu bir güç ve dayanışma zemini olarak görmesi yerine, onu saklama ve zayıflık olarak tanımlama çabasıdır. Dünya bu kırılganlığı, iç çatışmaları ve toplumsal yarıkları kabul ederek yeni bir dayanışma anlayışını benimsemeyi başarabilirse, belki o zaman kırılganlık, toplumu zayıflatmaktan ziyade onu dönüştüren bir altın orana dönüşebilir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.