İnsan Hakları Derneği, Gözaltında Kayıplar Haftası’nda yönetmenliğini Walter Salles’in yaptığı “Hâlâ Burdayım” filmini önermiş ve Kadıköy Sineması’nda gösterimini sağlamıştı. Brezilya’da cunta dönemini ve eski milletvekili Rubens Paiva ‘nın gözaltına alınıp kaybedilmesini anlatır film. Paiva’nın oğlu Marcelo Rubens Paiva tarafından yazılan romandan uyarlanmıştır. Bir annenin ayakta kalma, ailesini koruma, insan hakları mücadelesi yürütmesinin tanıklığını görürüz.
Başta Latin Amerika olmak üzere, dünyada büyüyen solu, devrimci hareketleri ve işçi sınıfını ezme dönemidir adeta 70’li yıllar. Arjantin, Şili, Uruguay, Paraguay, Bolivya, Küba’da peş peşe askeri darbeler yaşanıyordu. ABD kendisine arka bahçe yaratmak istiyor, devreye CIA’yı sokarak büyük insanlık trajedilerine imza atıyordu. Büyük bir insan avı başlatmışlardı. Açıktan katledemediklerini gözaltına alıp, ağır işkencelerden sonra katlediyorlardı. En büyük amaçları insanları korkutarak susmalarını sağlamaktı. Bunun için ilgisi olan, olmayan herkesi yok ediyorlardı.
Yeryüzü zalimin elinde, barbar sürülerinin gece talanlarıyla kavruluyordu. Darbeler kötü ekonomilerin, kötü insanların ellerinde nasıl daha da kötüleşip, devlet terörizmine dönüşebileceğinin kanıtlarıyla doludur. Bütün iyi insanlar, aydınlar, eğitimliler, devleti koruduğunu sanan işkencecilerin terörüyle, devletin gözetiminde yok ediliyorlardı. Zalim sürek avına çıkmış, yeni oyunlar keşfediyordu. Katledilen, kaybedilen ailelerin çocukları çalınıyordu. Uzun ve zor yıllar, travmalarıyla, acılarıyla ve “Nunca más – Bir Daha Asla” raporlarıyla belgelenip, katliamcıların yargılanma çabalarıyla aşılmaya çalışılılıyordu tüm baskılara rağmen.
İşte tam bu günlerde, Gloria Lisé’nin Şafakta Ayrılık* kitabını okuyunca dünyanın birçok yerinde ayrımsız aynı trajedilerin olduğuna bir kez daha tanıklık ettim. Brezilya, Arjantin, Şili ve bize doğru gelmeye başladım. Eylül günleri, sonrası, 90’lı yıllar… Kayıpların gittikçe arttığı yıllar. Ekipler aynı. Aynı insanlar seçilmişler ve ölüm mangası. Yangın yılları. Ateş her yerde. Şafakta Ayrılık ismi gibi. Şafağın koynuna, köprü altlarına bırakılan cesetler. Kimsesiz mezarlığına ve ormanlık alanlara gömülenler. Yaralı bir tarih ve yaralı insanlar. Plaza de Mayo’nun beyaz yazmalı kadınları ve Cumartesi’nın beyaz yazmalı kadınları. Anneler ve yakınları. Sessizce evlatlarının, kardeşlerinin, babalarının nerede olduğunu bilmek isteyenler. Onlar oradayken bir şey olmamış gibi yanlarından geçenler… Tarih sadece kahramanlık tarihi değildir. Yeryüzünün ilk cinayetinden bugüne değin, mazlumların ve mağlupların tarihi hep aktarılıyor. Çünkü kan ve kötülük seferleri vicdana değmiyor. Canlı tarih hep vicdana değen tarihtir.
Şafakta Ayrılık Arjantin’de yaşananları anlatıyor. Ancak her yeri buraya dahil etmek mümkün. İsimleri değiştirmek mümkün. Atilio ve Berta’nın yerine Marta Ugarte’yi koyabiliriz. Ya da Hasan Ocak ve Ayten Öztürk’ü. Cemil Kırbayır ve Rıdvan Karakoç’u. Victor Jara’yı. Rubens Paiva’yı. Daha kimleri kimleri. Gözyaşlarının, bekleyişin ve bir gün alınacak bir haberin, zambaklarla buluşacağı gururun tarihi okuduğumuz, izlediğimiz ve tanıklık ettiğimiz. Şafakta Ayrılık’ta yer alan bir cümle gibi. “Çünkü bir aile, sonsuza kadar birini arıyor olacaktı.”
Bir filmi daha anımsadım bu cümleleri kurarken. Artı Gerçek’te yazdığım dönemlerde, Sedef Düğme belgeselinden söz etmiştim. Şilili yönetmen Patricio Guzman’ın bir çalışması olan belgesel okyanusu, yerlileri ve Şili tarihini anlatıyordu. Doğal olarak Savador Allende devrimi ve diktatör Pinochet döneminde yapılanlar da aktarıyordu.Marta Ugrate’nin öyküsünü ve kayıplara yapılanları öğrendim oradan. Vücutlarına siyanür enjekte edilen ve 30 kiloluluk raylara bağlanıp uçaktan okyanusa atılan insanları… Marta Ugrate sadece onlardan biri. Uçakta, okyanusa atılmak için çuvallara konulanlardan. Ancak hareket edince, panikle çuvalları açarak onu telle boğup, gelişigüzel sararak, bu şekilde okyanusa bırakırlar. Karaya vurur ceset. Marta’nın son çığlığı ve son direnişidir o karaya vuruş. Tarihin okyanusu gizlenen tarafını açığa çıkarmıştır.
Sedef Düğme’de şair Raúl Zurita şu notu aktarır. “Bu topraklar aynı zamanda hem büyüleyici hem de bazı bakımlardan kana bulanmış, bizim en kötü biçimlerimizi barındırıyor. Günün sonunda hepimiz kurbanlar ve katiller dünyasında, ikisi de var olmasına rağmen, her birimiz kurbanlar ve katiller dahil her şeyden sorumluyuz.”
Şafakta Ayrılık’ta ise anne kızına şöyle der. “Katillerle dolu bu şehirde yaşanan hiçbir beladan sorumlu değilsin sen; suçlu da değilsin, bunu sakın aklından çıkarma.” Şairin sorumluyuz dediği yerden, romancı değiliz diyor. İkisi arasında gidip geldim. İlki daha ağır bastı.
*Şafakta Ayrılık, Glorıa Lısé , Çev: Sevda Deniz Karali, Ayrıntı Yayınları