İçinde yaşadığımız dünya uzun bir zamandır asıl sorunu değil, sorunun etrafında oluşanları ya da sorunların sonuçlarını yok etmeyi, etkisizleştirmeyi tercih eden bir tarzı siyaset izliyor. Bu nedenle sorunlar çözülmüyor, aksine sorunlardan kaynaklanan yeni sorunlar kök salıyor.
Asıl sorunu çözmemek aşkına izlenen yollar, kendimizi yepyeni ve çok daha kaotik niteliklere gebe sorunlar yumağı içinde bulmamıza yol açıyor.
Filistin meselesinin günümüzde ulaştığı boyut, bu tarzı siyasetin ürünü; Kürt meselesinin günümüzde ulaştığı boyut da bu tarzı siyasetin ürünü.
Filistin meselesi nasıl çözülür? Kürt meselesi nasıl çözülür? Sorularına yanıt bulmak yerine egemenler, bu sorunların güncel temsil ve aktörlerini yok etmenin ya da etkisizleştirmenin çabası ile meşguller. Böylece meselelerin yok olacağını tahayyül ediyorlar.
Bir tür “görmezsen yoktur” teorisi ile uyumlu, sorunu değil sorunu göstereni yok etme eğilimi hakim günümüz dünyasına. Üstelik bu çaba çok daha pahalı, siyasal sistemleri çözücü, toplumları çürütücü etkiler taşıyor!
Bakın İsrail’e; son altı ayda çok sayıda Hamas ve Hizbullah yöneticisini öldürdü. Bunların içinde Hamas Lideri İsmail Haniye de var. Dün Lübnan’da gerçekleşen İsrail saldırıları sonucu yaşamını yitirenler arasında Hizbullah lideri Hasan Nasrallah da var.
Peki, ne olacak? İsrail, Filistin davasının aktör ve destekçi liderlerini yok ederek, hatta bu hareketleri yok ederek Filistin meselesini çözmüş mü olacak? Ortadoğu’da güvenli bir ülke olarak kabul sürecini mi güçlendirecek? Nedir yani? FKÖ Lideri Yaser Arafat öldüğünde Filistin meselesi daha mı çözülür olmuştu?
Elbette hayır, kaybedilen her çözüm muhatabı ve zamanı insani, vicdani, maddi maliyeti oldukça yüksek, daha kaotik ve sorundan beslenenlerin daha çok hegemonya geliştirdiği bir dünya vadediyor sadece!
Bu tarzı siyaseti biz Kürt meselesinden de biliyoruz. Türkiye oldukça uzun süre Kürt kimliğini tanımadı ve Kürt meselesini kabullenmedi. Bu kabuller için çok fazla mücadele edilmek zorunda kalındı. Ardından sorunun çözüm muhataplarının tanınması ancak orta ölçekli savaşların ardından gelebildi.
Türkiye ilk önceleri Kürt meselesi ve Kürtlerin ayrı bir kimlik olduğunu kabullenmediği için çözülecek bir sorun olarak da olaya yönelmedi. Bir tür şaki, anarşist, terörist isyanı olarak meseleye yönelmeyi tercih etti. Kürt meselesini tanıdıktan sonra ise Kürt meselesinin ortaya çıkardığı sonuçları tanımak istemedi, bu mesele ile güncel muhataplarını ayrıştırmayı tercih etti. “Kürt meselesi ayrı, PKK ayrı” söylemi soruna yaklaşımda gösterilen anomaliye ve bahsettiğimiz tercihe aitti.
Bir ara 2009-2010’da geliştirilen Oslo ile 2013-2015 yıllarında geliştirilen Çözüm ve müzakere süreci denen süreçlerde hem sorun hem sorunun güncel muhataplarını tanıyan bir yol izlendi, ama çözüm gelişmedi. Bu süreçler Kürt meselesinin çözümüne değil, PKK’nin tasfiye edilmesine odaklanmış olarak ne yazık ki sonlandırıldı. Oysa sorun çözülseydi, sorunun sonuçları da zaten çözülecekti.
Şimdi geldiğimiz aşama ise iktidara ve devlete göre “Kürt meselesi vardı, çözüldü, geriye sadece ‘terör’ meselesi kaldı!” aşaması. Sarmal, başka boyutları içerse de kimi açılardan başa sarıldığını düşündüren argümanlar yüklendi. Bunca çözümsüzlüğün sonunda gelinen nokta Türkiye için oldukça büyük ve çoklu kriz hali oldu.
Lideri ya da liderleri yok etme eğilimi, hatta alternatif liderler yaratma eğilimi, Türkiye’nin Kürt meselesindeki serüveninde de oldukça etkili, hatta yer yer başat politika oldu. 1996 Mayıs’ında Çiller ve ekibinin örtülü ödeneği kullanarak Suriye muhaberatı desteği ile gerçekleştirilen bombalama girişimi bu politikanın gereğiydi. 1998 Ekim’inde Suriye ile gerilen ilişkiler sonucunda Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması, 1999 Şubat’ında gerçekleşen rehin operasyonu, 2000’li yıllara damgasını vuran ve hala süren kronik tecrit uygulamaları, 1990’lı yıllardan günümüze kadar süren PKK’li aktörlerin, liderlerin öldürülmesini içeren operasyonlar bu politikanın birer sonucuydu.
Bu politika kapsamında örneğin Fehman Hüseyin haberlere göre öyle çok öldürüldü ki sayısını artık hatırlayamıyorum, yine Murat Karayılan ya da Cemil Bayık aynı haber akıbetlerinden kurtulamadı. Bu isimler gerçekten öldürülse ya da etkisizleştirilseydi de Kürt meselesinin çözülmüş olmayacağını, aksine kaotikleşme olasılığının yükseleceğini okumak istemeyen akıl, sorundan beslenmeyi de muhtemelen sürdürecekti.
Yine sürekli yasal zemindeki Kürt siyaseti aktörlerinden ya da Kürtler içinde farklı siyasal yelpazelerden makbul Kürt muhatap yaratma çabası da bu çözümsüzlük siyasetlerinin bir parçası olarak Kürt meselesine eklemlenmeyi sürdürüyor.
Tekrarlarsak, tüm bu tarz siyasetler açık ki Kürt meselesini de, Filistin meselesini de çözmeyecek. Aksine, meselelerin daha kaotik hale gelmesini sağlayacak, iktidar yapıları açısından hegemonya/güç/etkinlik savaşlarında araçsallaştırılacak ya da kontrol edilebilir ve kullanılabilir meseleler olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.
Hal ve tecrübe bunu gösteriyorken, geçtiğimiz günlerde Habertürk ekranlarının gedikli konuklarından olan Genelkurmay eski İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin’in azmettiricilik suçu içeren değerlendirmesine değinmesek olmaz.
Pekin’in Federe Kürdistan Bölgesi’nin önemli Kürt siyasi liderlerinden birine, Bafel Talabani’ye suikast yapılması çağrısı elbette uluslararası ve ulusal hukuka göre suç niteliği taşıyor. Ama bu beyan aynı zamanda Türkiye istihbaratının suç içeren iç ve dış operasyonlarının neler olduğunu da düşündürüyor. 1990’ların faili malum cinayetleri akla ilk gelenler… En nihayetinde oldukça rahat, buna hakkı varmış gibi bir eda ile yapılan açık suikast çağrısı daha önce benzerlerinin yapıldığını düşündürüyor.
Aynı zamanda insan sormadan edemiyor; bir askeri istihbaratçı, ulusal bir yayında bu ülkenin yurttaşı olmayan (ki ülke yurttaşına da bu yapılamaz) farklı bir ülkenin politik yerel liderlerinden birine yönelik bu tür bir suç çağrısı yapabilir mi? Örneğin aynı şahıs Yunanistan ya da Bulgaristan yurttaşı bir muhalif lider için böyle bir çağrı yapabilir miydi?
Neden bir Kürt liderin, üstelik başka ülke yurttaşı bir Kürt liderin öldürülmesine dair açık kaynaklarda, oldukça özgüvenli ve olağan biçimde böyle bir çağrı yapılabiliyor?
Bu sorunun yanıtı aslında Türkiye egemen aklının Kürtlerle kurduğu ilişkide, Kürtleri konumlandırdığı yerde, Kürdü ele alış biçiminde aranabilir. Pekin’in söylemi her şeyden önce egemen aklın Kürdü hala sömürgesi olarak konumlandırdığını ifşasıdır. Üstenci kimliğin ifşasıdır. Bu ifşaya biz seçimler sürecinde de rastlamıştık, kayyum atamalarında da rastlamıştık, farklı hukuk uygulamalarında da rastlamıştık.
Bu söylemdeki rahatlık aynı zamanda Kürdün makbul olanının; egemen akla, üst kimliğe göre belirlenmek istendiğini de gösteriyor. Federe Bölge’de seçim kampanyalarının ısındığı bir zamanda, Türkiye’nin KDP ve Barzani liderliği ile kurduğu özel ilişkinin henüz YNK ile kurulamamış olduğu bir zamanda, YNK’nin Barzanilere muhalefet eden en önemli güç olduğu bir zamanda bu tehdidin gelmesi ayrıca öznel olarak da değerlendirilmeyi kuşkusuz hak ediyor.
Bu tehdidin elbette “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” usulünden başka adreslere de mesaj içerme olasılığı mevcut. Ancak özünde bu dil, bu tutum, bu tehlikeli ve şımarık özgüven kaynağını açık ki Türklük- Kürtlük ilişkisinde, Türk egemen ulusçuluğunun Kürt’le kurduğu hiyerarşiden alıyor.
Pekin’in sözlerini analize değer bulmayanlar da mevcut olabilir. Ancak eski bir istihbarat başkanı olma sıfatı, söylemin olağanlığı bizi değerlendirmeye mecbur kılıyor.
Bu söylemin, yazının başında bahsettiğim, meseleye değil lidere veya aktöre odaklı tasfiye siyasetinin, sorun çözme değil sorun kontrol siyasetinin kendisi ile birebir ilişkili bir aklın ürünü olduğunu, bu aklın son yılların en aktif olduğu zamanları yaşadığını gösteriyor.