Pax Kurdo
Ahmet Faruk Ünsal 28 Nisan 2025

Pax Kurdo

Pax Romana ve Pax Ottomana, çok dinli, çok kültürlü ve çok etnili imparatorluklar olan Roma ve Osmanlı imparatorluklarının, vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getirmek koşuluyla bünyesinde yaşayan tüm halkların kimliklerini tanıyan, haklarını birbirlerine, kamu otoritesine ve dış dünyaya karşı koruyan statükonun adıdır.

İmparatorluklar çağını kapatan 20. yüzyıl, ağır bedeller ödediği 2 dünya savaşı sonrası Avrupası’nda, Bosna ve Filistin sorununda bocalasa da eksikleriyle beraber bir şekilde kendi Pax Romana’sını güncelleyerek yaşatabildi. 21. yüzyılda ise, Avrupalı Pax Romana’nın karşısına henüz medeni bir rakip çıkabilmiş görünmüyor; Filistin, Müslüman azınlıklar ve mülteciler meselesindeki bocalamalarını göz ardı etmeden söylüyorum.

Pax Ottomana ise, 1. dünya savaşı öncesi ve sonrasında tamamen dağıldı. Arap coğrafyası İngiltere ve Fransa arasında Arap etnik temelli devletler esasına dayalı olarak paylaşıldı. Türk etnik kimliği temelinde oluşturulan Türkiye ise, tıpkı kendisine komşu Irak ve Suriye’de olduğu gibi, vatandaşı olan Kürtler’in yüz yıla yakın tanınma mücadelesiyle geçen ağır bir bedel ödemelerine sahne oldu.

Kendi sorunlarına odaklanan Irak Kürtleri yaklaşık 20 yıldır, Irak genelinde olmasa da bölgesel ölçekte kimliksel sorunlarını çözebildiler. Suriye Kürtlüğü ise, gerek Baas döneminde gerekse de Baas sonrası dönemde büyük ölçüde Türkiye pratiğini sürdürdü.

Türkiye tüm vatandaşlarını aynı zamanda etnik bir kimliğin de adı olan Türklükle tanımlayarak hem Kürtleri yok saydı hem de Kürtlük iddiasından vazgeçmek istemeyenleri ezdi. Askerî operasyonları Şark Islahat Planı gibi kültürel soykırım politikaları izledi. Dersim harekâtı sonrası el konulan Kürt çocukları adeta devşirilmek üzere ordu mensuplarına verildi. 80’lere gelindiğinde askerî operasyonları siyasi ve hukuki operasyonlar takip etti. Köyler boşaltıldı, bölgeden büyük bir nüfus göçertildi. Büyük kentlerin eteklerine yığılan kitleler politik taleplerini ülkenin batısında daha görünür kıldılar ve buralarda siyasetin rengini değiştirdiler. Partiler kapatıldı. 100 binin üstünde insanın hayatını kaybettiği, on binlerin yolunun cezaevlerinden geçtiği, bir o kadarının diasporaya çıkmak zorunda kaldığı ağır bir beşerî maliyet ödendi. Gelinen noktada, Türkiye’nin 1923 model vatandaşlık tanımı ve egemenliğin kurgulanması ve paylaşımı formülü karaya oturdu. Birkaç kez denenen ve kamuoyunun en fazla bilgi sahibi olduğu 2013-15 çözüm süreci ise, buzdolabına kaldırıldığı günden 2024 Ekim ayına gelene kadar, askerî ve politik şiddetin her türlüsünün denendiği ama bir türlü üstesinden gelinememiş bir meselenin çözüm denemesi olarak kaldı. Bahçeli tarafından 2024 Ekim ayında başlatılan ve 27 Şubat 2025’te Öcalan’ın mektubuyla kritik bir aşamaya gelen sürecin, Suriye’de işlerin nasıl gelişeceğine bağlı bir hat izleyeceği anlaşılıyor.

Yeri gelmişken, bu sürecin Erdoğan’a rağmen Bahçeli tarafından başlatıldığı, hukuka dönülmedikçe sürecin yürümeyeceği, iktidarın kayyımlar ve İmamoğlu operasyonu ile hukuku ayaklar altına alarak süreci bitirmek istediği ve iktidarın şayet hukuka dönmez ise önceki dönemlerde olduğu gibi Bahçeli tarafından erken seçime mecbur bırakılacağı söylemleri üzerinden yapılan Bahçeli güzellemelerine dair de kanaatimi paylaşmak isterim.

Öncelikle Bahçeli’nin demokrasiyi ve hukuku ne kadar önemsediğini hatırlamak için hafızalarımızı 1 Ekim 2024 öncesine odaklamak yeter de artar bile. Hâlihazırda neredeyse tek başına tüm problemlerin kaynağı olan Türk tipi başkanlık rejimi, hatırlanacağı üzere ancak Bahçeli’nin çağrısı ve desteği ile mümkün olabilmişti. Ayrıca aynı Bahçeli, 1 Ekim 2024’ün hemen öncesinden itibaren geriye doğru gittiğimizde görüleceği gibi, tüm siyasi söylemini Dem Parti ve öncüllerine ağız dolusu hakaret etmek ve o siyasi hattın partilerinin kapatılması ve siyasetçilerinin ağır hapis cezalarına çarptırılmasına hasretmiş bir partinin genel başkanıdır. Bahçeli’yi 1 Ekim noktasına getiren şeyin, onun demokratlığı ya da hukuka duyduğu derin sevgi olmadığı aşikârdır. Bahçeli’yi sevk eden asıl sebebin, Gazze savaşında Hamas ve Hizbullah’ı askerî olarak iyice yıpratan İsrail’in rotayı Suriye’ye çevirecek olması ve o kaostan Kuzeydoğu Suriye’deki de facto özerk Kürt bölgesinin de jure hale gelmesi ihtimaline mani olmak için önlem alma çabası olduğu anlaşılıyor. Zaten hatırlanacağı üzere, Bahçeli’nin 1 Ekim’de Meclis Genel Kurulu’ndaki DEM’lilerle tokalaşmasını müteakip Erdoğan, yasama yılı açış konuşmasında “İsrail’in bir sonraki hedefi Türkiye’dir” diyerek, tıpkı Bahçeli gibi, İsrail’in Suriye’deki olası etkisine vurgu yapmıştı. Anlaşılıyor ki, aynı gün ve aynı yerde, hükûmet ortakları, aynı stratejinin, paylarına düşen rollerini icra ettiler. Gelinen noktada iktidar ortaklarının, eğer var ise bazı farklılıkları, o farklılık stratejide değil, olsa olsa o stratejinin uygulanmasındaki taktik ya da üslup farklılığından daha fazlası değildir.

Tekrar Suriye’ye dönecek olursak, Baas dönemi sonuna kadar uygulanan resmî politika gereği, ağırlıklı olarak Kuzey Suriye’de yaşayan Kürtler’in yaşadıkları bölgelerde çoğunluğu kaybetmeleri için devletin her türlü önlemi aldığını görüyoruz. Bu önlemler, ya Arap Kemeri projesi çerçevesinde Kürt bölgelerine Arap yerleşim yerleri kurarak demografik mühendislik uygulamak ya da Şeyh Said ve sonrası ayaklanmalarda Kuzey’den sınırı geçerek Suriye topraklarına yerleşen ve güncel olarak sayıları 350 bine ulaşan Kürt nüfusu, 1960’larda vatandaşlıktan atarak medeni haklarını kullanamayan yığınlar hâline getirmek şeklinde olmuştur.

Baas’ın sonunu getiren yaklaşık 14 yıllık iç savaş sürecinde ise Türkiye, zaman zaman Kuzey Suriye bölgesine yaptığı askerî müdahalelerle, bölgede Kürt nüfusu tehcir ettirerek ve boşalan yerlere de Arap nüfus yerleştirerek, adeta Baas’tan yarım kalan Arap Kemeri projesinin tamamlayıcısı gibi davranmıştır.

Baas rejimi düşüp yerine Colani liderliğindeki HTŞ’nin iktidara geldiği son süreçte ise Türkiye, tıpkı Baas dönemindeki alışkanlıklarının aynısını tekrarlayarak yeni Suriye’nin Arap Cumhuriyeti olmasını istedi. Yeni rejimin ilk günlerinde, Kürt siyasal liderlerinin silahlarını bırakıp ülkeyi terk etmeleri çağrısı yaptı ve Colani’ye, yeni Suriye’nin federal olmaması gerektiği telkininde bulundu. Hem anayasa taslağında hem yeni hükûmette Kürtler’in taleplerini açıkça göz ardı etti.

Bir yandan Türkiye kendi ulus anlayışını adeta Arapçaya tercüme ederek Colani’ye telkin ediyor ve Kürtlerin statü sahibi olmasını engellemeye çalışıyorken diğer yandan da uluslararası konjonktür, 100 yıllık unutulmuşluğun mağduru olan Kürtler’in yarattığı türbülansı ve daha fazla statüsüz kalmalarının imkânsızlığını görüyordu.

Bu koşullarda 26 Nisan 2025’te Kamışlo’da gerçekleştirilen Suriye Kürt Ulusal Konferansı’nı, Suriye’deki iki rakip Kürt siyaseti PYD ve ENKS ortaklaşa düzenledi. Irak’tan KDP ve YNK, Avrupa’dan KNK, Türkiye’den ise DEM temsilcileri de katıldı. Konferans’ın sonuç bildirisinde, temel hak ve özgürlüklere bağlı, kadın hakları ve temsiliyetini vurgulayan, uluslararası sözleşmeleri esas alan, güçler ayrılığını benimseyen, çoğulcu, kimlikleri tanıyan, ademi merkeziyetçi, Kürtçe’ye resmî statü talep eden, yerinden edilmişlerin yurtlarına dönüşüne imkân veren Suriye talebi dile getirildi.

Dürzîler ve Alevîler de, 8 Aralık sonrası tek tipçi ve mezhepçi HTŞ pratiklerine bakarak, Kürtler tarafından denenmiş ve başarısı ispat edilmiş çoğulcu özerk yönetimden mülhem, federasyon talebinde bulunuyorlar.

Öyle anlaşılıyor ki, Pax Ottomana sonrası oluşan ve Araplar ve Türkler tarafından icra edilen tek tipçi ulus anlayışına dayalı statükonun sebep olduğu acılar, tüm çoğulculuğu ile Suriye sahasının tamamında çözüm takati olan ve tüm bölgeye model olabilecek olan Pax Kurdo ile aşılabilecek.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.