Baudelaire, Paris’le mühürlenmişti ama Rilke için bir kentten söz etmek mümkün değildir. Rilke’nin bir kenti yoktu; hep bir kentte, kentte bir eve, evde bir odaya, odada bir koltuğa, bir koltuktan bir yatağa sızmak vardı. Bir gürültü çıkartmak da yok. İçinin gümbürtüsü, bir mumun alevi gibi bedenini esir almıştı hep. Zayıf ve çelimsizdi. Şato, kilise ve terk edilmiş evler hayatını sarmıştı ama buralarda da yabancıydı. Buraları yalnızca duyma, soluma karşılığında yaşayabiliyordu. Dostluk işte, bana düşen katlanmaktı… Ne de olsa ikimizde iki yurtsuzduk ve ikimizde yalnızlığın içindeydik; çocukluğumuzdan beri de derin bir boşluk vardı içimizde. Bu boşluktan yazarak çıkmak istedik; buna bir ad verdik: Kendi kendini tedavi etmek. Çünkü bizi iyi edecek bir cerrah olmadı hiç.
Rilke’nin babası Josef askerdi, annesi Sophie ise varlıklı bir ailenin kızıydı; şımarıktı, ailesi onu Phia diye çağırıyordu. Josef ve Sophia’nın aralarında 13 yaş olmasına rağmen evlendiler. Bu evlilikten iki çocukları oldu, ilki kızdı, öldü; Rilke ikinci çocuklarıydı. Ancak evlilikleri uzun sürmedi. Rilke annesiyle yaşadı. Annelerimiz iyi arkadaştı. Komşuyduk. İkimizin annesi siyah giyinirdi; siyahlar içinde kiliseye giderdi ve ikisi bize İsa’nın yaralı bedenini öptürürdü. Annelerimiz, açıktı, içlerindeki acıları bize taşırdı. Yine ikimizin yüzünü zor hatırladığı kız kardeşlerimizin ölümü vardı. Hiçbir şeye, acıya benzemez kız kardeşin ölümü ve acısı, hiçbir şeye… Benim kız kardeşimin küçük bir mezarlığı vardı, onu hatırlarım hep…
Sonra Prag’a gittik, sokaklarda şiirler okuyarak yürümek bize güç verdi. Rilke şiirler yazdı, ama aşk yoktu, aşk yoksa şiir, şiir olmazdı. Aşk da aranan, bulunan bir şey değildi, karşılaşılan bir şeydi. Aynı günlerde Salome’yle tanıştık. Salome, bana sırlarını verdi, dost olduk ama Rilke, onun sırlarına kulak vermedi, beyni ve kalbiyle ilgilendi. İkisinin ilişkileri hiç bitmedi. Nedenini birazdan anlatacağım ama Rilke sırf bundan kurtulmak için evlendi, bir yıl sürdü, boşandı.
Beş parasızdık, ucuz şaraplar, sanatseverlerin masaları olmasa sevdiğimiz yemeklerin adını bile unutacaktık: Paris acı verdi. Paris kime acı vermedi ki? Burada mutluluk bile acıdır.
Kime gitsek, aklıma Rodin geldi. Ben Rodin’in hamaliye işlerine baktım, Rilke güçsüz olduğu için sekreterliğini yaptı. Elimiz para gördü ama bir yandan yoksulluk, diğer yandan bir hastalık korkusu sardı; şairdik ama yeteneklerimize karşı kuşku doluyduk, güvenimiz yoktu; yazarak çıkış yolu aradık ama kaybolmuş bir ruhu nasıl bulanacağını bilemiyorduk; ikimiz de İncil’deki kaybolmuş oğul kıssasını sanki yeniden yaşanıyorduk. Bu kaybolmuş oğul teması olmazsa, ya da bir şair, hatta yazar bu temayla içli dışlı olmazsa, değil eser, mısra sahibi bile olamaz. Bu yüzden Türkiye’den üç beş kişiden fazla şair çıkmadı; çok üzgünüm, hepsinin bir anne babası, bir devleti vardır… Ah o şiirde aile albümü arayarak gözyaşlarını silen Murathan Mungan, bir de eşyaya takmaz mı? Neyse buradan çocukluğumuza dönüyorduk. Deliler gibi soruyorduk: Kim olduğumu bilen nerde?
Yüzlerle karşılaşıyorduk. Yüzler yüzleri yüzüyordu. Bugüne kadar fark edilmeyecek kadar çok insan yüzü vardı; kimileri yüzlerini, çocukları kullansın diye saklamıştı, kimileri yüzlerini eskitmişti, kimileri yüzlerini buruşturup atmışlardı. Korkuyorduk. Eşyaya bakıyorduk. Eşya dalgın ve uykuluydu; bizim gibi korkulu saatler yaşıyorlardı. Korkuya karşı çocukluğa dalıp derinlere gömülmüş çocukluğumuzla konuşuyorduk ama sonuç çok acıydı, acı, sahiden bir çocukluğumuz var mıydı? Popüler şairler, çocukluklarını sömürür, büyük şairler, çocuklukla konuşur. Şimdi ki ben/ biz gerçekten ben miydim? Aynaları o zaman tanıdık. Ayna karşısında ellerimiz, yabancı birinin elleri gibiydi ama endişe, buna bağlı olarak bir tuhaflık da sezmiyor değildik. Bu açıkça kendine karşı bir savaş ilanıydı. Nedeni, ayna açıkça vaat etmişti. Bize ne olduğumuzu anlatıyordu; benliğimizi açıyordu. Çünkü ayna zamanın ara mekânlarıydı ve bu haliyle boş salonların pis bir müsrifiydi. Bu müsrif, bize hep onu hatırlatıyordu. Rilke, onunla konuşuyordu hep, ben onunla konuşuyordum. Üstelik Rilke’nin çocuğu vardı, buna rağmen onunla konuşuyordu. O, Salome’ydi.
Daha önce Nietzsche, Gerhart Haupmann, Leonid Pasternak, Freud’un sevgilisi olan Salome, Rilke’nin hem hayatını hem şiirlerini etkiledi. Not düşmem de gerekli, şahidim: Nietzsche, Salome’nin bedenini sevdi, elinde kırbacı vardı ama saf akla ve kalbe bürünmüş bedeninden haberdar değildi. Kendileri Roma askeri sanatı ve Yunan felsefesini seviyordu, bununla İsa’yla aşık atıyordu. Ben, Salome sır kâtibiydim. Benim o dediğim sevgili ise bir başkaydı. Hikâyesi çok kısa, bir gün rüyamda birini gördüm, hayatım boyunca bu rüyada görüp âşık olduğum kadını aradım. “Gerçek aşk bu” dedim. Rilke itiraz etti, “bu değil” dedi, işte o günden sonra beni dinlemedi… Kaç yüzyıldır onu arıyorum. Bazen onu görme, duyma umuduyla uyuyorum; bazen hiç uyumadan, onu her yerde arıyorum. Bir ressama portresini yaptırdım, herkese gösterip duruyorum…
Salome elbette büyük bir kadındı; Ibsen ve Tolstoy’u onun kadar anlayan ve yorumlayan biri daha çıkmadı. Tolstoy’un yoksulları, Dostoyevski’nin yoksulları ayrımını yapıp engin bilgiler veren ve bir kitabevi tezgahtarına göre Nurdan Gürbilek dahi onun kadar bilmezdi. Oğuz Atay’ın ölüm nedenlerinden biri bu olsa gerekti.
Rilke, Salome’yle tanıştığında yirmi; Salome ise otuz beş yaşındaydı. Meraklılarına otuz yaşındaki kadınlarla ilgili en iyi romanı Balzac’ın yazdığını bildirmek isterim. Ben denedim, olmadı. Rilke, çekingendi dünyaya kaygılı gözlerle bakıyordu; soluk yüzü, kösnül dudakları, bir ördek yavrusunu andıran başı, keçisakalları vardı ama Salome’yi etkiledi; tanıştıklarından bir gün sonra Rilke ona bir mektup yazdı, bana okuttu; günbatımı saatinin mutluluğunu ilk kez yaşadığını itiraf etti. Sanki annesini ve sıkça annesinin yerine koyduğu ölü kız kardeşini yeniden bulmuştu. Sen Benim Kutsal Yalnızlığım, Budur Benim Çabam gibi güzel bir kaç şiirini de ona yazdı. Bu şiirler, Salome’yi etkiledi ama aklına hitap etmedi. Bunlar olsa olsa Salome’nin deyimiyle geri çağrılmayan rüyalar olabilirdi. Nedeni şu, açıkça Salome, yüz yerden yakalayan dönüştürücü biriydi. Rilke, hayvanları ve çiçekleri birbirinden ayırt etmeyi ondan öğrendi ve daha ileri gitti, karşısında bir hayvana ve bir çiçeğe döndü. Bazen yalınayak yürüdü, ayaklarına dikenler battı, hiç acı duymadı, acıttı. Salome, her seferinde kulağıma eğildi, dedi, “Biz, arkadaş olmadan önce karı koca olduk; seçimle değil, bu anlaşılmaz evlilik sonucu. Öbür yarısını aramak söz konusu değildi; şaşkınlık içinde, önceden takdir edilmiş bir bütün olduğumuzu gördük. Biz, iki kardeştik ama kadim bir geçmişte olduğu gibi, kardeşin kardeşle evlenmesi günah sayılmadan önce.”

Salome ve Rilke
Bu arada yazı ve şiir de vardı. Salome, Yahudi İsa adıyla bir deneme yazdı; Rilke, İsa Görünümleri diye bir şiirle karşılık verdi. Ben, İsa, benim diye bir şiir yazdım.
İsa bizi etkiliyordu. Salome için İsa, dinin ölüm korkusunu hafifletmek için yaratılmış bir figürdü ve bu figür insanları ermiş olmaya itmişti. Ben bu tartışmalara dayanamadım. Bir mağara buldum, çekildim, girişi de şunu yazdım: “Burada İsa’nın yaşamını ve ölümünü görebilirsiniz.”
Rilke, buraya gelince kalbi duracak gibi oldu, “Balmumu Tanrı gözlerini” açıp kapatmıştı; mavimsi, saydam göz kapaklarıyla da bakışı örtülmüştü ve İsa, dişleri arasından bir sözcüğe yüklenmişti: “Tanrım, Tanrım, terk mi ettin beni.”
Salome, Rilke’nin ruhunu tutmuştu, yükseklere çıkarmıştı ve Rilke bundan sonra onun mutlu kölesi olacaktı. Salome aşk ve şiirdi; Tanrı, aşk ve şiir görünümündeydi.
Ama o gün gelip çattı. Ruhlar birleşti, bedenler ayrıldı. Salome’den sonra Rilke’nin ruhu da yaşam biçimi de değişti; vejetaryenler gibi beslendi, çıplak ayakla gezdi ve doğayı bilinçli bir şekilde yaşamaya başladı. Şiirleri değişti. İlk şiirlerini yok sayacak hale geldi. Tanrıyı kendi beniyle özdeşleştirmeye başladı; dinlerin Tanrı’sı, Rilke’nin duygu ve düşüncesiyle örülen bir süzgeçten şiire elendi; elle tutulur, gözle görülür, kokusu duyulur bir hale geldi, komşuydu; tek başına bir odada, yalnızdı ve Rilke onu uyandırılacak mesafedeydi. Hatta bir keresinde “Ben ölünce, sen ne yaparsın” diye sormaya başladı… Bunda Salome’nin etkisi vardı. Bir keresinde bunu dile getirdi, dedi, “Sen olmak istiyorum. Seni bilmeyen hiç bir rüyayı görmek istemiyorum, senin karşılamayacağın bir dileğimin olmasını istemiyorum. Seni yüceltmeyen hiçbir şey yapmak istemiyorum. Sen olmak istiyorum.” Bu duygu salt söz olarak kalmadı, şiirlere de yansıdı. Salome’nin her sözü mihraptı ve Rilke, mihrap önünde imanla duruyordu. Bir de tasvir ederdi; sanki Salome iskemlede oturuyor, serin ve beyaz ellerini yatağa uzatmış gibiydi ve Rilke’nin hayatı, bu ellerin avuçlarında gümüş bir makara gibiydi. Tek bir isteği vardı: Sal ipliğimi.
İnsan sevgisiyle Tanrı sevgisinin iç içe geçtiği bir tipti Salome ile Rilke’nin ki; bu sevgi yukarıda da vurguladığım gibi hep sürdü. Hatta Rilke ölmeden önce bana şunu dedi: Neyim olduğunu Lou’ya sorun. Tek bilen odur.
Kıskandım, rüyada gördüğüm kadın, tek bilenim değildi… Samsat’a geldim, bir düğün var. Gelin kim diye sordum… Kimse tanımıyordu. Oynadım, kendimden geçtim. Bir ara gelinle göz göze geldik… Baktım, cebimdeki fotoğrafla aynıydı… Ben onu tanıdım, o beni tanımadı.