25 Kasım “Dünya Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü”. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, ayrımcılığa, ataerkil toplumsal şiddete, savaşa, ırkçılığa karşı kadın dayanışmasını ifade ediyor bugün. Bir hafta öncesinde start verildi. Günlerdir alanlarda haykırıyor kadınlar.
Bugün kadınlar, eril zihniyetin her alana yayılmış bir cinsiyetçiliğin baskısı ve şiddetiyle karşı karşıya.
Kadının imgesini metalaştıran vahşi sistemle iç içe geçen feodal değer yargıları, kadının yaşamını çekilmez hale getiriyor. TV ekranlarını, gazete sayfalarını kadınlarla ilgili haberler dolduruyor. Şiddetin, işkencenin, taciz ve tecavüzün, cinayetlerin ardı arkası gelmiyor.
Aslında “Kadın cinayetleri” demek bu vahşete az geliyor. Neredeyse bir cins kırımı yaşanıyor artık.
***
Bu günün tarihsel anlamı 1960 yılına dayanıyor. 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden ve katledilen Patria, Minerva ve Maria Teresa adındaki üç kız kardeşin anısı, özgürlük ve insan hakları için verdikleri mücadele, dünyada ve Türkiye’de insan hakları savunucuları ve kadın hareketleri için bir sembol haline geldi. 1999 yılında Birleşmiş Milletler, 25 Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak benimsenmesini karar altına aldı.
Kadınların aile içinde, sokakta, okulda, iş yerinde ve özel hayatında maruz kaldığı şiddete dikkat çekmek ve kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla 25 Kasım gününü Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan etti.
Bu bildirgenin 1. maddesi, kadınlara yönelik şiddeti, “İster kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına “kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak” da dahil edilmiştir. Kadına yönelik şiddet deyince çoğumuzun aklına esas olarak, kaba dayak ve cinsel şiddet gelir. Oysa konu sadece fiziksel şiddetle sınırlı değildir.
Dünya Sağlık Örgütü ise şiddeti; yakın bir ilişkide fiziksel, psikolojik ya da cinsel hasara yol açan her tür davranış olarak tanımlamıştır. Bunların içinde tokat atma, vurma, tekmeleme ve dövme gibi fiziksel saldırı fiilleri; sindirme, sürekli küçük düşürme ve aşağılama gibi psikolojik taciz; cinsel ilişkiye zorlama ve öteki cinsel zor kullanma biçimleri; bir kimseyi ailesinden ve arkadaşlarından uzaklaştırma, hareketlerini gözleme ve bilgi ya da yardıma ulaşmasını kısıtlama gibi çeşitli kontrol edici davranışlar da sayılmaktadır. Ancak ne yazık ki, şiddet deyince sadece fiziksel saldırı fiilleri olarak algılanmaktadır.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadın cinayetlerinin durdurulması için İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Koruma Kanunu kapsamında tüm önleyici ve koruyucu tedbirlerin uygulanması, kadınların hayata tutunabilmesi için büyük önem taşımaktadır.
***
Kadın mücadelesini ciddiye alanlar, binlerce yıllık erkek egemen kültürün tüm kurumları ve değer yargılarıyla cebelleşmek ve hesaplaşmak zorundadır. Sistem, tüm alışkanlıklarını yürütmeye çalışsa da sevindirici bir durum olarak, son birkaç yıldır kadınların sesleri daha bir gürleşip dal budak salıyor.
Erkek camiası olarak düzeni, sistemi değiştirmeye çalışıyoruz ama kendimiz değişmiyoruz, değişmeye çalışmıyoruz.
Sorun biraz da aynaya bakabilmekte belki. Her birimiz, bir yandan kadına kutsallık atfeden, diğer yandan olmadık şiddeti ve vahşeti reva gören ikiyüzlülüğün özneleri olabiliyoruz.
Kim olursak olalım, bu vahşete karşı durmuyor, üç maymunu oynuyorsak, hepimiz aynı vahşetin failleri oluyoruz bir bakıma. O tokatta ya da o tetikte bizim de parmak izimiz var demektir. Ara sıra bakalım; ayna yalan söylemez.