Irakli / Hiç Kimse: Geçinmek için barmenlik yapsa da hayallerinden vazgeçmeyen ve evde mimari çizimler yapan, yetenekli bir erkek Irakli. Diğer yandan ormanda yaşayan amatör ve yine yetenekli bir ressam kadın Hiç Kimse. İki insan, tek karakter. Ya da tek karakter, iki insan mı?
Zaman
yırtık bir terlik olmasaydı koşabilirdim sana
hafıza
kalın delikli bir elek olmasaydı aklımda tutabilirdim
ve seni bir fikir
mühim bir düşünce gibi taşıyabilirdim
aklımda şeytanca bağırmasaydı bu üzgünlük
tutabilirdim
sıkıca tutabilirdim göz bebeklerimde
bunca kötülüğe bakmış olmasaydı bu körlük
Erkeğin personası.
Bir kişi, aslında iki kişi eder mi, ya da iki kişi birbiriyle toplanıp birbirinden çıkınca geriye biri kalabilir mi? Gerçek hayatta pek karşılığı yokmuş gibi dursa da tam da gerçeğin karakteridir bu belki de.
Personasını sorgulatan bir erkek kahramandan yola çıkarak, bir ormanda, patikanın sonunda, çiçek kokuları arasında yaşayan bir kadına doğru ilerler hikaye. Kör olmak üzere olduğunu öğrenen Irakli’nin görme duyusuna vahvahlanacağımız sıradan bir anlatım diline sahip, öylesine bir hikaye değildir bu ama. Görmenin, gerçekten görmenin hikayesidir aslında.
Kendinin farkında olmak, her şeyden ve herkesten önce kendini görmek, dönüp özüne bakmaktan yol alıyorsa eğer, beş duyudan görmenin üzerine gitmek, güzel bir matematik sağlıyor tabii. Oysa aynı zamanda, gözlerinizin nasıl kullandığınıza göre değişen mercekler olduğu iddiasını da hissettiren bir film bu. Tam da bu yüzden kendini kendi içine saklamış kör bir erkek asıl hikaye kahramanımız. Yine de film ilerledikçe onun tek kimlikte bir kahraman olmadığını da anlıyoruz.
Mutsuz bir yolculukla açılır film. Gözlerini yola dikmiş, dengesizce arabayı süren Irakli’nin direksiyonu, daha başından filmin karmaşasına dair ipuçları verir bize. Gözleri nadir görünen bir hastalığa yakalanan Irakli’nin kör olması kaçınılmazdır. Daha ilk sahnelerden kahramanımızın kör olacağına ikna eden film ilerledikçe, bize en az kahramanımız kadar körlüğü de sorgulatır. Doktor, körlüğü olabildiğince geciktirebilmek için ilaçlar verir ama Irakli hiçbirini kullanmaz. Yanında olmaya çalışan karısına da iyi davranmaz. Kendisine de ona da her zaman zorluk çıkarır.
Daha başından mutsuz bir evlilik, kopuk bir iletişim hissedilir zaten aralarında. Zorunlulukla, alışkanlıklar ve belki mahcupluklarla yan yana duran dünyanın yüzlerce, binlerce çiftinden biridir onlar da. Nitekim ikisi de birbirini rahatlıkla aldatır.
Bir ormanda hiç kimse olmak.
Otobüste uyuyakalıp son durakta uyandırıldığı gün, kendini bir orman yolunda bulur Irakli. Bazen kaybolmak, kendini bulmaya doğru giden en tereddütlü yolculuk mudur yoksa? Orman yolunda karşılaştığı ve kendini elektrikçi olarak tanıtan adamın merak uyandıran imgesi, ayak üstü Tanrı kavramı üzerinden yükseklik üzerine gülüşmeleri, ormanda sigara yakmaması gerektiği uyarısıyla bütün dünyaya basit bir gerçeklik hatırlatışı…
Çok süslenmeyen, pek de uzatılmaya gerek duyulmayan sorgulatır sohbetlerin geçtiği film, bize bu sahnelerle kara duygusunu iyiden iyiye hissettirmeye başlar. Tam da bu sıralarda, bir ağaca ahşap bir kuş yuvası yapan kadın yere düşünce koşup ona yardım eder Irakli. İlk karşılaşma ve bakışma anları tuhaftır. Çünkü daha önce birbirlerini tanıyor gibidirler. Uzun bir bakışma, biraz öylece kalma…
Durmanın ve beklemenin, sakince, acele etmeden beklemenin zamanıdır. Çünkü bazı karşılaşmalar düşünceler doğurur. Filmin kara duygusunu, kadının evine giden çiçekli patika yolu bozar biraz. Biraz da frambuazlı melek pastası. Bir Dostoyevski kahramanı hatta belki Dostoyevski’nin kendisi gibi yemek yerken izlenilmeye alışık olmayan Irakli, bizi acı çeken bir erkeğin yediği melek pastasıyla kendi masumluğuna ikna etmeye çalışır. Filmde birkaç kez kullanılan travmatik çocukluk anlarına geri dönüşlerde, ikna olmamız uzun da sürmez aslında.
Ergenlik zamanlarında, çizim yeteneğini küçümseyen babası baltayla odunu kesmesini bekler ama zayıflığını görünce öfkelenir, hakaret eder. “Gücün nerede” diye bağıran ve onu sürekli aşağılayan bir baba görürüz geçmişe dönüşlerde. Oğlunu koruyan karısına öfkelenip kurduğu cümle ise bizi Irakli’ye daha da yakınlaştırır. “Bizim bir adama ihtiyacımız var, bir Davinci’ye değil!” Başka bir gün çocuklar yolunu keser, elinde tuttuğu anne çantasından düşen rujla dudaklarını boyarlar. Babası akşam ağzının kenarında kalan ruj izini görünce daha da öfkelenir ve onu evden kovar.
Cinsel kimliği ve mesleki yönelimi üzerinden aklımıza ipuçları bırakan Irakli, ormandaki kadını daha da merak etmemizi sağlar. Çünkü ormandaki evinde bağımsız bir hayat kurup resim çizen bu kadın, Irakli’nin başka bir versiyonu gibidir. Adını sorduğunda “Hiç Kimse” diye cevap verir kadın. Peki tam da karşısına geçince kendini bulduğunu düşündürdüğü bu kadın hiç kimse midir gerçekten?
bakmak
bunca coğrafyası kayıp bir iş olmasaydı görebilirdim seni
boğazımı gözyaşlarımla delip sözcüklerimi çalmasaydın
konuşabilirdim bu konuyu seninle
oturup sevebilirdik belki aynı anda
bir meselenin ayrıksılığını
hatta
ve hatta
baştan kurabilirdik başımıza örülmüş çocukluğun bu yetişkin tavrını
İnsanın bütün hayatı, çocukken yazdığı bir senaryodan mı ibaret yoksa?
İlaçlarını almadığını farkeden karısı, yaptığı bütün çizimleri yırtıp çöpe atar. “Hayatını başka bir şey umarak, hayal ederek geçirdin. Kendine de bana da yalan söylediğini farketmen gerek!” İki işte çalışıp çok yorulan ve kendisine bir “hayal peşi” kalmayan karısının, barmen olarak çalışsa da evde mimari çizimlere devam eden kocasına duyduğu öfke anlaşılırdır aslında. Hikaye akışı, kendisine hak gördüğü bu tutumdan ziyade, ikisini de iyiden iyiye boğan sistemin kendisini sorgulatır. Hayatını başka bir şey umarak geçirmek, hayal ederek geçirmek… O başka şey/ler nedir peki? Diğer olasılıklar ve versiyonlara kapalı, kısılıp kalınan, yaşamın dayattığı iki metrekarelik konfor alanları mı? Hapsolduğu dar kafesi ve bizzat içinde kilometrelerce kıvrılıp duran kendini yırtmadan, kendini bulabilir mi ki insan?
Kendisine ve yeteneklerine inanmayan babayla ilişkisi, yıllar sonra yine kendisine inanmayan bir eşle kurduğu ilişkinin öncüsü müdür yoksa? Ya da aldatan bir ebeveyn şahitliği, yine aldatma ve suçlama üzerine gelişen benzer bir evlilik sahnesi mi kurdurmuştur kendisine zamanla? İnsanın bütün hayatı, çocukken yazdığı bir senaryodan mı ibaret yoksa? Gördüğünü taklit ederek öğrenen bebek, zamanla kendine bir karakter çizen çocuğa dönerken, elindeki hayatı alıp ne yapacağına, yani kalan hayatının senaryosuna mı karar vermiş oluyor sonunda? Ve bütün tavırları o çocukluk yıllarının sahneleri üzerinden mi gelişiyor bir yetişkin olarak?
Kendine de bana da yalan söyledin sözüne karşılık, Irakli’nin bir savunması vardır aslında ama bu savunmayı karısına değil, ilk görüşte bağlandığı Hiç Kimse’ye yapar: “Sanırım, olduğum kişi olduğumu kabullenmek için yalan söylüyorum. Çoğunlukla olduğum kişiden saklanmak için yani.” Kendisiyle ilgili ulaştığı bu üzücü tespit, tam da Irakli’nin yine kendisiyle olan ilişkisi için çıktığı yolun ortasına bırakıyor bizi film boyunca. Hepimiz kuşkusuz ki o ormanda başka başka yerlere/evlere dağılıyoruz.
Kör olmadan önceki son uykusunda karanlık bir rüya görür Irakli. Elinde “sen taşıyamazsın, senin için çok ağır” dediği, uçuşan kara bir balonla karşısında duran Hiç Kimse de dahildir artık bu numenler dünyasına. Birlikte ağır insanları izlerler. Sırtlarında koca torbalarla taşıdıkları ağırlıklarla bir tepeye tırmanmaktadırlar. Uyandığında ise artık kör olmuştur ama kimsenin görmediği şeyleri görmeye başlamıştır. Hiç Kimse’nin ormandaki evde çizdiği resimle özdeşleşen bir çayır görür. Karşısında endişeli halde onu sakinleştiren karısının gördüklerini göremediğine hayret ederek bağırır. “Aç gözlerini ve gör!” Fenomenler dünyasını aşan bir bakışa sahip başka türlü gözlerle devam eder hayatına. Görünenin ötesine gözleri açılan bir acemidir şimdi artık. Heyecanla ve aynı zamanda korkuyla karşılar gördüklerini.
Ya gördüklerimiz sadece yüzeydekilerse…
Müzede aslında göremeyeceği tabloların önünde durur, hepsine tek tek bakar. Sadece gözümle gördüklerime inanırım diyen arkadaşının hiçbir zaman göremeyeceği şeyleri görür aslında. Görme üzerine geliştirdikleri sohbet, Irakli’nin sanata olan ilgi ve yatkınlığıyla ikisini ayırır. Biri sığ suların milyonlarca balığından biridir, diğeri ise gözleri kör olunca tam da gözlerini sonuna kadar açıp denize bakan bir balıkçı belki. Ya gördüklerimiz gerçekten sadece yüzeydekilerse peki?
-Bu ressamlar bu tabloları neden yaptı sence?
+Ünlü olmak için mi?
-Hayır, gerçek dünyayı bizlere göstermek için. Onlar elmayı gözleriyle görmüyor, elmanın altındaki formu, malzemeyi görüyor.
Yakında her şey ortaya çıkacak, hiçbir şey gizli kalmayacak.
Fenomenler dünyasına kapanan gözlerinin açıldığı dünya bambaşka bir yerdir Irakli için. Üzerinde büyük baskı kuran bir sinestezi içine düşmüştür üstelik. Sessizliğin sağır edici sesidir en zoru hatta. Peki Irakli’nin gördüğü, gerçek dünyanın ta kendisi midir acaba? Duyularının hepsi birbiriyle iç içe geçmiş halde Irakli’yi zorlarken, yanında olmak istediği tek kişi Hiç Kimse’dir ve belli ki hayatının geri kalanını artık onun yanında geçirmek için yola düşer.
Diğer yanda Hiç Kimse, kapısını çalan annesiyle yıllar sonra hesaplaşır. Ama bu kadın Irakli’nin de annesi değil midir zaten? Olanlara izin veren diğer ebeveynle yüzleşme, neredeyse ona direkt zarar veren ebeveynle yüzleşmek kadar ağırdır. Kanaat eden, ses çıkarmayan, göz yuman anneye duyulan öfke, babaya olan nefretten daha mı şiddetlidir hatta? Eski bir eşya, bir anne çantası üzerinden tartışma başlatan bu hesaplaşma, filmin aslında en heyecanlı ve en baskı kuran yeri midir?
Kendiyle karşılaşmak ve kendine dokunmak… Sorgusuzca sahip çıkılan personanın ve diğer yanda orman yolunda bir patika sonunda yalnız başına bırakılmış asıl karakterin buluşması, yıllarını alabiliyor sahi insanın. Kendini bulup kabullenince, affetmek üzere babasının kapısını çalabiliyor kahramanımız da ancak. Transgender kadın kimliğiyle, kör olmasına yakın günlerde yüzleşip kendini bulan Irakli, artık hayata gözlerini açıyor. Darısı, içinin saklı ormanlarında benliğini bırakmış, gördüğünü sandığı halde kendine yalan söyleyip kör bir budala gibi yaşayan bütün Irakli’lerin başına.
Şiir: Şilan Avcı
Irakli karakterini Jim Sturgess, Hiç Kimse (Nino) karakterini ise Andreja Pejic canlandırmıştır. Gürcü yönetmen Giga Agladze’nin hem senaristliğini hem yönetmenliğini yaptığı filmin yapımcısı, Kara Film (Noir Film) akımının önemli isimlerinden David Lynch’tir. Yine David Lynch tarzını çağrıştıran film, bize bir de şunu hatırlatır. Film yapımcısı, aynı zamanda filmin tasarımcısıdır.