İsrail – Hamas arasında 7 Ekim 2023’te başlayan çatışmaların yarın yıl dönümü. Hamas’ın İzzeddin el-Kassam Tugayları eliyle başlattığı ve adına “Aksa Tufanı Operasyonu” dediği şiddet dalgası; Gazze’nin boşaltılması, on binlerce Filistinlinin göç etmesi, Hamas ve Hizbullah’ın lider kadrolarını yitirip zayıflaması, Lübnan’ın işgali ile devam ediyor. Sonuçlara bakıldığında, Hamas, Aksa Tufanı ile İsrail’e adeta “Allah’ın Bir Lütfu”nu sunmuş oluyor. Gelinen noktada, bölgedeki vekaletler zayıflamış, zor ve savaş gücü ile yayılmış bir İsrail’in çekmeye çalıştığı savaştan kaçınmak için zorlanan İran denklemi mevcut.
Hamas’ın bir yıl önceki hamlesi, Ortadoğu’da küresel etkiye sahip bölgesel bir güç olan İran’ın savaşa çekilmesi için planlanmış olsa bu denli başarılı olur muydu, bilmiyorum. Sonuç itibarıyla, gerek Hamas lideri Haniye’nin Tahran’ın göbeğinde öldürülmesi, ardından en büyük vekillerinden olan Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın Lübnan’da öldürülmesi, bu iki hareketin yedek lider kadrolarının önemli kısmının da tasfiyesi İran’ı savaşa çekme stratejisi açısından dikkate değer hamleler.
Buna karşın, İran’ın savaştan kaçınma çabası da dikkate değer. Ancak bu şimdilik böyle! İran bu kışkırtmaya ne denli dayanır, belli değil. Bununla birlikte, bölge vekilleri zayıflamış bir İran’ın savaşa girmesi de akıl karı değil. Velev ki girdi savaşa, ne olur? Bunu deneyimlememeyi dilemekle beraber; Suriye savaşının bölgeye ve dünyaya etkisinden çok daha fazlasının olacağını öngörmekle yetinelim şimdilik.
İsrail açık ki, ABD seçimleri öncesinde bölgedeki vekillerini zayıflatarak savaş minderine çağırdığı İran’ı da zayıflatmaya çalışıyor. Bu stratejinin anlamı ne? Ne yapmak istiyor? Çok fazla olasılığı sıralamak mümkün ama açık ki, mesele Filistin’in varlığını hedeflemekten çok daha fazlasını içeriyor.
ABD seçimleri sonrası Ortadoğu’yu yeni bir dönem mi bekliyor? Bekleyen bu yeni dönemden önce ABD’nin ve İsrail’in ortak bela addettiği güçlerin zayıflatılması stratejisi mi devrede? Bu dönem; zayıflatılmış ya da bertaraf edilmiş güçler etrafında yeni bir müzakere hamlesi mi olacak? Henüz bilmiyoruz. Gelişmeler bunun mümkün olabileceğini düşündürüyor.
Tüm bu gelişmelerin ortasında Cumhurbaşkanı Erdoğan birden “İsrail’in bir sonraki hamlesi Türkiye” dedi. Hatta İsrail’in esas hedefinin Türkiye olduğunu söyledi. Birkaç ay önce Türkiye’nin 3. Dünya Savaşına hazırlanması gerektiğini iddia etti.
Bu tablo ve uygulanan strateji izlendiğinde, Türkiye aslında ne İsrail’in ne de ABD’nin hedefinde.
Kuşkusuz, Türkiye’nin 10 yılı aşkın süredir izlediği bölge ve dış siyaset, ABD çıkarları ile yeterince uyumlu ve öngörülebilir bulunmayabilir, Rusya ile kurduğu yakınlık dönem dönem tedirginlik de yaratmış olabilir ama bunlar Türkiye’nin karşı cephede değerlendirilmesini sağlayacak güçte gelişmeler değil. Üstelik İran’ın gireceği ve tüm bölgeyi kasıp kavurma potansiyeli taşıyan bir savaşta Türkiye son tahlilde Körfez ülkeleri ile birlikte ABD ve İsrail tarafını destekleyecek pozisyonda.
Öte yandan, Türkiye’nin son iki yıldır süren sınır ötesi harekatı bile aynı stratejinin ürünü olarak okunabilir. ABD seçimlerine kadar zayıflatılmış bir PKK ve gündemlerine hâkim olduğu bir Kürt siyasi muhataplık çabası bu strateji ile gayet uyumlu görünüyor.
Peki o halde neden Erdoğan “Türkiye esas hedef” dedi? Neden toplumun gündemine savaşı, savaş gerilimini, tedirginliğini sokmaya çalışıyor? Türkiye’nin hedef olmadığı anlaşıldığında, sözü kıymetsizleşmiş bir lider olmayı niye göze alıyor? Daha önce de aslında benzer biçimde sözünü kıymetsizleştiren kelamlar etmişti.
Bu durumlarda genellikle içeride nelerin olduğuna bakmayı öğreneli epey oldu aslında; Ülkede epey zamandır baş edilmesi güç bir ekonomik ve toplumsal kriz, işlemeyen daha doğrusu krizlerle işleyen amorf bir düzen var. Bu tür irrasyonel çıkışları, bu kriz ve düzenin etkisinin sert hissedileceği zamanlarda gündem değiştirme taktiği olarak okuma, muhalefeti yeni bir beka tartışması ile arkasına hizalama çabası olarak görmek mümkün.
Ancak bazen bu tür söylemleri toplumu yeni bir dalgaya hazırlama çabası olarak da görmek mümkün. Bu dalga otoriterizmi büyüten bir dalgada olabilir, toplumun çok tepki gösterebileceği bir duruma karşı rızasını oluşturmaya dönük bir hamlede olabilir. Bekleyip göreceğiz.
Tüm bu gelişmelerin ortasında yaşananlarla da oldukça ilişkili bir gelişme daha yaşandı; MHP lideri Devlet Bahçeli, mecliste DEM Parti sıralarına gitti ve yöneticileriyle tokalaştı. Toplumu DEM partiye karşı uzun süredir kışkırtan, DEM Parti ve öncüllerini kriminal bir yapı olarak sürekli mimleyen, Türkiye’de gelişen gündelik ırkçılıkta hatırı sayılır bir yeri olan MHP lideri sadece tokalaşmadı, aynı esnada dikkatlere şu cümleyi de sundu: “Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım!”
Bu adımın ardından pek çok kişi Bahçeli’nin DEM parti çıkışını ve sözünün anlamını konuşuyor. Bu adımı, aynı gün CHP lideri Özel ile yaptığı selamlaşma ve “siyaseten edilmiş laflardan” kırılmamasına dair temennisi ile birlikte düşünmek gerekir mi?
Bu iki adımı birlikte düşündüğümüzde akla ilk gelen şey, sınırları iktidarca belirlenen muhalefet etme biçimine dair beklenti ya da makbul muhalefet atağı! Muhalefeti, uygulayacakları kimi politikalarda uyumlu olmaya davet demek de mümkün. Meclis içinde uyumlu olunmaya duyulan bir ihtiyaca işaret ediyor olabilir. Belki de olası yeni anayasa için bir tür ortam hazırlama, gerilimleri azaltma isteği. Hepsi mümkün.
İkinci akla gelen şey ise İsrail-İran gerilimi kapıya dayanmadan, bölgede kartlar karılırken Türkiye’nin sürece hazırlıklı yakalanma isteği; sorunlarını azaltmış, yüklerinden kurtulmuş, yeni düzende daha etkili bir yer almasını önleyecek sorunlarını etkisizleştirmiş olma isteği!
Bu istekle uyumlu olarak “devlet Kürt meselesinde yeni bir süreç başlatmak istiyor, Bahçeli bunun adımını attı, milliyetçileşmiş çevrelerde bu vesile ile daha az refleks gösterir gelişmelere” diyenler de çoğunlukta.
Bahçeli adımı gerçekten Kürt meselesinde yeni bir müzakere ve çözüm sürecini mi getirir yoksa siyasi partilerle sınırlı bir tür meclis içi normalleşme mi, bunu ilerleyen günlerde göreceğiz.
Üçüncü bir tez ise Bahçeli’nin AKP iktidarı ile sürdürdüğü ortaklıkta elini güçlendirme, en kritik meselelerde inisiyatif alma esnekliğini sergileme ihtiyacı.
Üç tezin de kendi içinde doğru olma olasılığı var. Hatta üç tezin birbirini destekleyen yanları var.
Herhangisi olursa olsun, Bahçeli belli ki Türkiye’de, esas siyaset ve gündem kurucu güçlerin başında gelmeye özen gösteriyor!