Cenaze makyajı bekleyen Ortadoğu
Azad Barış 20 Ekim 2024

Cenaze makyajı bekleyen Ortadoğu

Ortadoğu, ölümle yaşam arasında sürekli gidip gelen, her adımında toprağa biraz daha yaklaşan insanların yaşadığı kadim bir coğrafyadır. Her biri, bir diğerine mezar kazarken, aslında kendi mezar taşını da diktiğinin farkında değildir. Cenaze makyajı yapılmış gibi sessizce bekleyen kalabalıklar, kimin öleceğini bilmez, ama elleri her an kefene sarılacak bir bedene dokunmak üzere titrer.

Bu topraklar, yas ve hınç arasında sıkışmış insanların sahnesidir; burada kazılan her mezar, kazanın da kaderini mühürler. Ortadoğu, kendi kabrini elleriyle şekillendiren merhametin yitip gittiği bir diyara dönüşmüştür.

Yüzlerinde ölümsüz bir ifade, sanki ebediyete kanatlanmak için sıralarını bekleyen varlıklar gibi, herkes bir cenaze alayına katılmaya hazırdır. Fakat kimlerin bu alaya son kez katılacağı, kimin toprağa düşeceği, her zaman belirsizdir. Yine de hepsi, birbirinin cenaze namazını kılmak için sanki gizli bir anlaşma yapmışçasına o acımasız cenk meydanında yerini alır.

Ölmek istemezler; zira yaşamak, her insanın içinde saklı duran bir umut kıvılcımıdır. Fakat burada yaşamanın tek şartı, başkası için ölüm dilemekten geçer—zira başkasının ölümünü arzulayanın kendisi çoktan yaşamdan nasibini yitirmiştir.

Ne var ki, bu kadim topraklarda ölüm, bir dua kadar yakındır; insanın soluğu gibi derin, fısıldadığı bir beddua kadar ani. Her fert, her mezhep, her din ve her ırk fark gözetmeksizin diğerinin felaketini dört gözle bekler. Ortadoğu’da ölüm bir heves, yaşam ise eksik kalan bir düşten ibarettir.

Burada savaş, ilahi bir sınav olarak görülür; kazanan da kaybeden de Allah’a aittir. Ama bu savaş yalnızca kılıçlarla, toplarla verilmez; tarikatlar, hizipler, mezhepler ve aşiretler arasında hakikati aramak, sanki bir ömrü mezar kazmakla geçirmek gibidir. Her biri, hak bildiği dava uğruna başkasına mezar kazar, ancak ne kadar hazindir ki, kazılan bu çukurlar aslında onları kazanların kaderine mühürlenmiştir.

Herkes, bir sonraki cenaze merasimine katılmaya hazır bir şekilde beklerken, hayatta kalmanın bin bir yolunu arar. Fakat bu fasit daire, bir kırılma anı olmaksızın, toprağa yaklaşan her adımda sonunu belirsiz kılar. Ortadoğu’da yaşamın devamı, tek bir dileğe bağlıdır: Diğerinin ölümünü arzulamak.

Ancak bu ideal, mezheplerin, inançların ve tarihsel katmanların iç içe geçtiği bu topraklarda, insanlığın mazisine kanla yazılmış bir hicran manzumesinden farksızdır. Asırlardır yankılanan sessizlik, aslında gericiliğin ve taassubun ezici gölgesinde süregiden bir ölüm kalım mücadelesinin yankısıdır.

Bu diyar, yalnızca kazanan ya da kaybedenlerin ötesinde bir kavganın mekânıdır. Her yeni cidal, maziye bir katman daha ekler, bu toprakların tarihi ise mezar taşları gibi dizilmiş ideolojilerin, inançların ve kavimlerin hikâyeleriyle yoğrulmuştur.

Ortadoğu’da savaşanlar, kimin için savaştıklarını bilmeden, mukaddes saydıkları değerlerin ardında, aslında birer gölge gibi saklanırlar. Fakat hepsi, bir diğerine mezar kazarken, kendi sonlarını da, ecdatlarının kaderi gibi, hazırlamaktan kaçamazlar. Her darbede, bir tarih daha silinir; her ölü, bir başka geleceği karartır.

Ortadoğu, mecruh bir coğrafyadır; burada yaşam ve ölüm, tarih ve gelecek, mazi ile ati birbiriyle iç içe geçmiş, birbirine karışmıştır. Her mezarın başında dua edilir, eller semaya açılır, fakat bir sonraki cidalin tohumları yine ekilir. İnanç, bir ümit ışığı olmalıydı; ama burada, mezhepler ve hizipler arasında inanç, yok edici bir öfkenin sancaklarına dönmüştür. Her yeni kazılan mezar, taassubun, gericiliğin ve ideolojik saplantıların derin izlerini taşır. Herkes hayatta kalmak için çırpınırken, bir diğerinin hayatını sonlandırma gayreti içindedir; sanki yaşam, başkasının ölümünden elde edilen bir zafer gibidir.

Bu topraklarda harbin en amansız yüzü şudur: Kimse gerçekten ölmek istemez, ancak herkes birbirinin ölümünü bekler. Cenaze makyajlarıyla bezeli yüzler, birer fâni maske gibi, toprağa düşmeden evvel, bir sonraki ölüm dileğini tutmak için bekler.

Bu dilekler, kuşaktan kuşağa aktarılan bir lanet gibi, durmaksızın devam eden bir harbin ateşini besler. Her kazılan mezar, aslında bir toplumun kendi geleceğine kazdığı derin bir çukurdur. Sonunda bu diyarda hayatta kalabilenler için tek bir yol vardır: Diğerinin mezarını kazmaktan vazgeçmek. Ancak bu, asırlık bir geleneği kırmak kadar müşkül ve sarsıcı bir eylemdir.

Herkes, mukaddes bildiği değerler uğruna savaştığını zannederken, aslında kendi inançlarının mezarını kazmaya devam eder. Bu toprakların kadim karanlıklarında, mezar başında bekleyen insanlar, birer birer ölümü niyaz ederken, Ortadoğu’nun karanlık tarihi her geçen gün yeni bir yaprak daha çevirir.

Yüzyıllardır ekilen kin, nihayetinde zehirli meyvelerini verirken, bu coğrafya belki de tarihin en ağır yükünü taşımaktadır: Geçmişin acılarını geleceğe miras bırakmak. Her mezar, bir kez daha tarih tarafından kazılmış, bir kez daha ölümle mühürlenmiştir.

Bu coğrafyanın topraklarına her bir kazılan mezar, sadece ölenlerin değil, hala yaşayanların da üzerine kara bir gölge düşürür. Zehirli meyvelerini veren kin, toplumların geleceğine adeta bir lanet gibi işlemiş, nesiller boyunca karanlık bir yazgının zincirlerine takılmıştır.

Mezar kazıcılar, tarihin labirentlerinde kaybolmuş, kendi çıkmazlarına doğru adım adım ilerlerken, topraklarının bağrına kök salmış bir mecburiyetin esiri olurlar. Ne bir kurtuluş ümidi belirir, ne de barışın kapıları aralanır; her adım, bir öncekini tekrarlar, her çukur bir diğerinin hazırlığıdır.

Her yeni çatışma, bir sonrakine hazırlık, her yeni ölüm, bir başka ölümün davetçisidir. Mezheplerin, ideolojilerin ve kimliklerin arkasına saklanan hakikat arayışı, bir illüzyon gibi, varoluşun sancılı döngüsünde kaybolur.

Ortadoğu, kendi hakikatini mezara gömen bir coğrafya haline gelmiştir. Burada barış, bir hayalin peşinden sürüklenmekten öteye geçemez; yaşam ise her seferinde ertelenen, bir türlü tamamlanamayan bir hikâyeden ibarettir. Ve geride kalanlar, yeni bir savaşın, yeni bir ölümün eşiğinde, yine aynı mezarları kazmaya devam ederken, toprak daha da derinleşir, her kazılan çukur bir ölüme daha tanıklık eder.

Ortadoğu’nun kaderi, toprağa işlenmiş gibi. Her yeni mezar, geçmişin izlerini silmek yerine daha derin bir yara açar, geleceği gömülen hakikatlerin gölgesinde şekillenir. Bu coğrafyada ölüm, yaşamdan daha yakın bir misafirdir; insanlık, kendi elleriyle kazdığı çukurlarda yitip gider. Ve belki de asıl trajedi şudur: Savaşanlar, öldükleri topraklarda değil, hayatta kalmaya çalışırken ölüme en çok yaklaşırlar. Barış bir hayal gibi önlerinde durur ama her seferinde ellerinden kayıp gider; yaşam ise asırlardır, yeri doldurulmamış bir eksiklik olarak kalır.

Belki de bu toprakların en büyük laneti, savaşanların kazdıkları mezarın kendileri için olduğunun farkında olmamalarıdır. Bu, toprağa kök salmış bir döngü; her yeni cenk, bir sonraki çatışmanın habercisi. Ve bu döngü kırılmadıkça, Ortadoğu’nun çehresine yazılan mezar taşları, asırlardır okunmayan bir felaketin sonsuz ilahisinde yankılanmaya devam edecektir. Burada kazılan her mezar, sadece bir bedeni değil, bir toplumu, bir medeniyeti ve geleceği de toprağa gömer. Ve belki de kurtuluş, bir mezar kazmaktan vazgeçildiği an başlayacaktır.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.