• Ana Sayfa
  • Manşet
  • İdris Baluken yazdı | Akademinin sefaleti, sefaletin faşizmi
İdris Baluken yazdı | Akademinin sefaleti, sefaletin faşizmi
Konuk Yazar 28 Ağustos 2025

İdris Baluken yazdı | Akademinin sefaleti, sefaletin faşizmi

“Çok kitap taşıyan bir eşek,

kitapların içeriğini bilmediği sürece sadece yük taşır”

                                           Şeyh Sadi Şirazi

Sefalet, çoğu kişide maddi yoksunluğu çağrıştırır. Bu vahim bir hatadır. Maddi yoksunluk, bir şekilde imkanların azlığı veya yokluğudur ki buna yoksulluk demek daha doğrudur. Anadolu veya Mezopotamya topraklarında doğup büyümüş ve her devrin “eliti” olan bir sınıfa dahil olmamışsanız, böylesi bir yoksulluktan fazlasıyla “nasiplenmişsiniz” demektir. Sefalet denen şey ise zihinsel bir olgudur ve özünde insanlığa ait değerlerin çöküşünden kaynaklanır. Yoksul insan, onur ve haysiyet kaygısı taşır, erdemli yaşamayı her şeyden fazla önemseyerek hayata tutunur. Bir lokma ekmek, bir tas çorbasını paylaşırken, göğsünde taşıdığı yüreği büyütür. Öyle ki oraya kendisinden kaçırılmak istenen tüm dünyayı sığdırmak mümkündür. O nedenle, karnı aç, gözü toktur. Zihinsel sefalet ise, maddi olanaklardan bağımsız olarak irade, vicdan ve düşüncenin çöküşüdür. İnsani değerlerin yitimidir. Yoksulluk, insana ve çabasına rağmen yaşanan bir dram iken, sefalet ise gönüllü veya bilinçli bir tercihtir. Başka bir deyişle, yoksulluk ekmeği bölerek paylaşanların yaşamı iken sefalet ise nefreti paylaştırarak büyütenlerin utancıdır. Yoksulluk utanılacak bir durum değilken, sefalet ise utanmazlığın ta kendisidir.

Asıl konumuza dönersek, bir ülkede akademi çürürse, yalnızca bilgi değil, vicdan da ölür. Uzun süredir Türkiye’de, üniversiteler, bilim üretmek yerine iktidarların ırkçı söylemlerine meşruiyet kazandıran propaganda aygıtlarına dönüşmüşlerdir. Bunun istisnaları vardır ve onlar bu yazının kapsamı dışındadır. Üniversitelerin milliyetçilik ve ırkçılık karargahları haline gelmesi bilinçli bir tercihtir. Özellikle Kürtlere karşı sistematik dışlama, inkâr ve düşmanlaştırma politikaları son yıllarda öyle bir noktaya ulaştı ki sırf Kürtlerle barışalım diyen binlerce bilim insanı üniversitelerden atılmış, gözaltına alınmış, yargılanmışlardır. Tutuklamalar, cezaevi süreçleri, sürgünler, işsizlikler ve daha pek çok sıkıntı…Bu yazı, üniversitelere ait genel sorunları irdelemekten çok, adlarının önünde akademik titre taşıyan, birkaç sözümona bilim insanının ırkçı ve nefret söylemlerini tartışmayı hedeflemektedir. Bunlardan biri herkesin bildiği bir tarihçi, bir diğeri sözümona bir tıp doktoru, bir diğeri de devlete ait bir üniversitenin rektörü pozisyonundadır. Aslında, her birinin söylemlerine bakıldığında, muhatap alınmayı hakketmedikleri açıktır. Ne var ki böylelerine hak ettikleri yanıtlar verilmediğinde, meydanı boş sanıp saçmalıklarını boyutlandırmaktan geri durmayacaklardır. Irkçılık gibi bir illeti, bilimsel bir kılıf giydirerek sıradanlaştırmaya çalışmaları, kötülüğün sıradanlık arayışından başka bir şey değildir. Bunlardan tarihçi olanı, Kürtlerin nüfuslarını seyreltme adına demografik değişimi önererek, Türkiye’ye dünyanın başka yerlerinden Türklerin getirilmesinin hayatiyetine vurgu yapıyor! Çarpık ve trajik olan şu ki, bu tarihçinin ataları da böylesi bir demografik dayatmanın mağduru olup, vakti zamanında göç etmek zorunda kalmışlardır. Nüfusla oynandığı için göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu olarak bir başka halka demografik değişim önermiş olması, akıl ve mantıkla izah edilemediği gibi, ahlak ve vicdanla da hiçbir şekilde bağdaşmaz. Tarihçi olup tarihten bir gram ders çıkarmamak diye buna denir. Geçelim bunu, kendi kişisel veya ailesel tarihinden hiç nasiplenmemiş olması da hazindir. İnsanlık tarihi, nesiller boyu, demografik değişimi baz alarak başka halklara zulüm yağdıran zalimlerin çirkinlikleri ile doludur. Örneğin, bu zatın mantığı ile tüm Avrupa’nın Ari ırkla doldurulmasını savunan Hitler mantığı arasında bir fark var mıdır?

Böylesi nefret söylemlerine sahip bir başkasının “Tıp doktoru” olduğunu büyük bir dehşetle öğrendim. Doktor olmayı başarmadan önce insan olmayı başarması gereken gruptan olsa gerek. Başka bir halkı, hayvan katliamlarına atıf yapacak şekilde üçüncü sınıf vatandaş olarak tanımlaması ve küçücük aklı gereği sözümona mizah yoluyla Hırtlar Vadisi gibi “dahiyane” bir ironiyle hakaretini güçlendirmesi, seviye olarak nerede durduğunu daha doğrusu hangi çukurda bulunduğunu göstermektedir. Bu düzeyde nefret saçan bir insanın hekimlik yapması veya beyaz önlük taşıması korkunç bir çelişkidir. Hipokrat yemininden çok, Goebbels’in notlarını ezberlediği, hatta içselleştirdiği bellidir.

Devlete ait bir üniversitede rektörlük yapan bir başka zatın kullandığı ibareler de bunlardan aşağı kalmamış, demografik değişim ve nefret mayası bir kez daha bilimsel kılıfın arkasına saklanmıştır. Bunlar, sırtlarında cüppe veya önlük taşıyabilir, isimlerinin önüne akademik titreler yazdırabilirler ancak içlerinde ne insanlık kalmıştır ne de ahlaki değerler. İçlerini kaplayan çürümüşlükleri, yıllarca sırtlarında taşıdıkları cüppe veya önlüklerle sakladıkları ortaya çıkmıştır. Bu çürümüşlük kokusunun, eli yıllık bir çatışmanın sonlanmasının gündemde olduğu ve Kürtlerle ilgili devletin yeni bir barış sürecini tartıştığı bir dönemde, dışarıya sızmış olması, bunun planlı ve organize bir çıkış olduğunu düşündürtmektedir. Sürece karşı çıkan ve süreci bozmak adına çırpınan gladio yapıları ile bu zatların söylem ve zamanlamalarının örtüşüyor olması tesadüf olmasa gerek. Buzdağının görünür yüzü bunlardır, suyun altında kalan kısımda kim bilir daha neler vardır. Kamuoyu tarafından bilinen kişiler olduğu için dikkat çeken bu zatlar, genel olarak akademianın içerisinde bulunduğu seviye ile ilgili de epey bilgi vermektedirler. Bu gibi insanlar, aslında, bugüne dek taşıdıkları ideolojik ve ahlaki sefaletlerini Kürt nefreti ile örtmeye çalışanlardır. Maalesef, bugün, pek çok üniversitede, akademik unvanlar cehaleti ödüllendiren nişaneler haline gelmiştir. Özünde bir başka halka tahammülsüz olanlar ve bunu yaymaya çalışanlar, evrensel akademia ve namuslu bilimsel üretinin yüz karaları olabilir ancak. Zaten bilgi üretmek, kin ve nefret üretmeye engel olmuyorsa ya o bilgiyi sorgulamak veya o kişiyi psikolojik olarak ele almak gerekir. Bilginin, genel olarak tüm insanlığın iyiliği için değil de bir grup insanın çıkarları için silah olarak kullanılma mevzusu başa bela bir hastalıktır. Gramsci, halkın içinden çıkan ve halk için konuşan aydınlar ile her devrin iktidarına memur yazılanları ayırmak gerektiğini belirtir. İşin kötüsü, bu dönemin iktidarı ile bugünkü nefret söyleminin sahipleri arasındaki doku uyuşmazlığının da söz konusu Kürtler olunca ortadan kalkmasıdır. Oysaki, bugün Kürtlere karşı nefret yayan bu güruh, daha dün “İkna Odaları” kurarak gençlerin taktığı başörtüsünü zorla çıkarmaya çalışanlardır. Dün olduğu gibi bugün de korunaklı alanlarında “elit” olmanın keyfini çıkarıyor olmaları trajikomik bir durum olarak belirtilmelidir. Bunları görünce, insanın aklına, Nazi döneminde bilim adı altında, Yahudi, Roman ve diğer azınlıkları sözde bilimsel verilerle aşağılayan rapor veya akademisyenler geliyor. O dönem, Nazi yanlısı antropolog ve genetikçilerin bilim adına kafatası ölçümleri ve kan testleri ile Ari ırkının üstünlüğünü kanıtlamaya çalışmaları bu topraklarda da aşina olduğumuz bir utanç olarak yeniden hatırlanabilir. Keza, Amerika’daki pek çok üniversitede de, geçmişte profesör titrisi taşıyanların IQ testleri geliştirerek, beyaz Amerikalıların nasıl doğuştan daha zeki ve siyahilere göre daha üstün ırk olduklarını kanıtlamaya çalışmaları da bu utanç sayfasında anılabilir. Bu konudaki örnekleri çoğaltmak şüphesiz mümkündür. Bugünkü bilim müsveddelerinin, geçmişteki saçmalıklardan fazlasıyla etkilendiklerini tahmin etmek zor değildir. Bunlar, güncelde Alman veya Amerikan toplumunun mahkûm ettiği o günkü uygulamaları, belli ki bugün de gurur payı çıkararak savunan yaratıklardır. İmkân olsa, toplama kamplarında “bilimsel deney” adı altında ötekileştirilenlere ait çocuklara işkence yapılmasını dahi bilimsel kılıfla önerebilecek pervasızlığı gösterebileceklerinden kuşku yoktur. Bu vesileyle, bilginin dahi kutsanacak değil sorgulanabilir bir şey olduğunu hatırlamak gerekir. Bilgi üretmek, kin ve nefret üretmeye engel olmuyorsa, o bilgi sorgulanmaya muhtaç demektir. İnsanların veya genel olarak tüm insanlığın iyiliği için değil, bir grup insanın kötülüğü için silah olarak kullanılan bilginin doğal olarak hiçbir kıymeti harbiyesi olamaz. Akademik bilginin, ideolojik silah ya da statüko araçlarına dönüştüğünün güncel örnekleriyle karşı karşıyayız demek yanlış olmaz.

Bilimin arkasına saklanarak faşizm dağıtanların, askeri ve siyasi olarak bu topraklarda faşizmi hâkim kılanlardan hiçbir farkları olmadığını belirtmek gerek. Bir zamanlar, Kürtlerin, karda yürürken çıkardığı kart kurt sesinden ibaret olduğunu söyleyen bir resmî ideoloji vardı. 12 Eylül faşizmi, dillerimizi yasakladığı gibi varlığımızı, benliğimizi, hakikatimizi de yasakladı. Bugün akademisyen diye ortalıkta dolaşan bu mahlukatların aynı zihnin güncellenmiş versiyonları olduğunu söyleyebiliriz. Onlar artık üniformalı değil, cübbeli veya önlüklüdür. Ellerinde cop yerine powerpoint taşımaları bu gerçeği değiştirmez. Bunlara göre Kürt sorunu yoktur, Kürtler sorundur. Her ne kadar, bu çirkinlikleri Türklük adına yaptıklarını ifade etseler de bunları koca bir halka, herhangi bir etnisiteye mal etmek mümkün değildir. Bugüne dek demokrasi, özgürlük, barış ve insanlık değerleri adına mücadele eden, canını ortaya koyan, bedel ödeyen pek çok Türk ile bu insanlık müsveddelerini aynı paranteze almak büyük bir haksızlık olacaktır. Yakın dönemde, canımızdan bir parça kopararak aramızdan ayrılan, son nefesine kadar halkların kardeşliği ve Kürt halkının özgürlük ve barış mücadelesi için yaşamını ortaya koyan, bu ülkede Kürtler tanınıncaya kadar ben Kürdüm diyecek kadar erdemli bir pusulayı hepimize miras bırakan, can yoldaşımız sevgili Sırrı Süreyya Önder ile bu müsveddeleri bir aidiyet üzerinden bir araya getirmek mümkün olabilir mi? Bu topraklardaki kadim mizah damarını utandıracak şekilde bir halka “Hırt”, onların yaşadığı alana “Hırtlar Vadisi” diyecek kadar alçalabilen böylesi yaratıkları Türk parantezine almak vicdana aykırıdır. Bunlar Türk değil olsa olsa Tırt olabilir. Dışı bilim, içi faşizm olan Tırtlar. Bunların “bilimsel dünyalarını” da gerçek bilim insanlarından ayırarak “Tırtlar Akademisi” olarak tanımlamak yanlış olmasa gerek. Bunlar, nesiller boyu, Türk halkı başta olmak üzere yoksul Türkiye halklarının sırtından geçinen, her dönemin kalburüstü zümresidir. Statükoya ait korunaklı kalelerde, konformizmin doruklarında yaşayarak halka tepeden bakan, yeri geldiğinde hâd bildiren, parmak sallayan bir konumda olageldiler. Fakat, artık bu yaratıklar için, deniz bitti yol göründü. Tarih, bu zihniyete sahip olan bütün sahtekarları, kart kurtçu atalarıyla birlikte aynı çöplüğe atmaya hazırlanmaktadır. Fazla da gecikmemesini dileyerek…

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.