Şengal ve 10 yıllık sessiz çığlık
Azad Barış 6 Ağustos 2024

Şengal ve 10 yıllık sessiz çığlık

On yıldır beni tutsak eden bir rüyanın içinde, aynı sahneler ve imgelerle boğuşan bir ruh halinin istilası altındayım. Adeta ruhların sessiz çığlığı gibi yankılanarak gecelerime üşüşüyor. Yılda en az dört ya da beş kez, tanıdık bir kâbusun pençesine düşüyorum. Öyle derin, öyle sarsıcı bir rüya ki, ne dostumun ne düşmanımın başına gelsin isterim.

Bu haleti ruhiye her seferinde tekrar ederek ruhumun derinliklerine işliyor, beni gerçeklikle hayalin sınırında bırakıyor. Kaçmak istesem de peşimi bırakmayan bir gölge gibi hayatımı takip ediyor. Bütün gece boyunca zihnimde dönen aynı sahne beni içine çekiyor. İçinden çıkamadığım, tekrarlanan kâbus gibi bu rüya.

Bir yanı sıcak ve merhametle doluyken; diğer yanı ise içimi yakan, acı dolu bir anılar seli gibi bu ruh hali. Uykuyla uyanıklık arasında bir ara zamanda beliren bu rüya; içimdeki acıların ateşi ruhumu cayır cayır yakıyor. Sanki çölün dikenleri bedenime batıyor ya da çırılçıplak bedenimle o dikenlerin üzerinde sürükleniyorum. Dayanılmaz acılar, içimdeki sessiz feryatla birleşip evrenin en yüksek tepelerine tırmanıyor. Ama gözlerimde hep aynı sahne var…

Issız ve kimsesiz bir çölün ortasında, akbabalara yenik düşecek kadar takatsiz kalmış bir çocuk oturuyor eski bir kervan yolunun ortasında. Altın sarısı saçları, güneşin altında yanıp parlıyor, kehribar gözleri derin bir hüzünle ufka bakıyor. Oturduğu yerde zımbalanmış gibi duruyor ve minik elleriyle çöle yabancı kalıp kalıp kesilmiş beyaz taşları üst üste diziyor. Her bir taşı sanki dünyanın ağırlığını taşıyormuşçasına büyük bir özenle yerleştiriyor.

Çocuğun yanına yaklaşıyorum, ama aramızda görünmez bir engel çıkıyor, bütün çabalarım sonuçsuz kalıyor. Çevresindeki sessizlik, çölün kavurucu sıcağında yankılanan yalnızlıkla birleşiyor, sisle serap arası bir perde düşüyor aramıza ve ben her seferinde ulaşamıyorum kendisine. Ona doğru attığım her adımda, kumlar ayaklarımın altında çatırdıyor ve çocuğun olduğu yere ulaştığımda, sadece taşların üst üste dizili haliyle karşılaşıyorum.

Arka planda, hızla yaklaşan eski bir savaş arabası beliriyor. Panikle, çocukla araba arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışıyorum, fakat her adımımda sanki ayağım kuma saplanmış gibi oluyor, ilerlemek yerine görünmeyen eller tarafından geri itiliyorum. Araba hızla yaklaşırken, arabanın üzerindeki zebani suratlı adamlar çocuğun üzerine gölge gibi çöküyor. Çığlık atmak istiyorum ama boğazımdan tek bir ses bile çıkmıyor. Arabanın tozu dumana katarak oluşturduğu kum fırtınasının ortasında kalarak sadece hızla geçişini izlemekle kalıyorum. Doğaüstü bir hızla ilerleyen arabadan gözlerimi ayırıp çocuğun bulunduğu yere bakarken, onun serabın pelerinleri arasında kaybolduğunu görüyorum.

Taşların önünde çaresizlik içinde diz çöküyorum. İçimdeki acı sağır edici bir çağlayana dönüşüyor. O taşlar, çocuğun bu dünyada bıraktığı tek belirti olarak kalıyor. Her biri, onun hayallerini ve umutlarını barındırıyor gibi dokunuyorum. Elleriyle işlediği her taş, bir hikâye anlatıyor, bir acıyı dile getiriyor ve başlıyorum taşları tek tek saymaya. Zamanın nasıl geçtiğini idrak edemiyorum, sağır bir günün ortasında hareketsiz bir dünyanın kalbinde hapsolmuş gibi hissediyorum kendimi. Yavaşça taşlara dokunuyorum, taştan başka bir şey çağrıştırıyor, umutsuz ve sertler ama ben serabın kalbinde kaybolan o çocuğun ruhunu hissediyorum o taşlarda. O basit taşlar, o küçücük bedenin yaşadığı zorlukları ve hayal kırıklıklarını dile getiren sessiz çığlıklar olduğunu hissediyorum. Sanki bütün evren o rüya âleminde donup kalıyor…

Ruhumun sessiz çığlıkları çocuğun kayıp acısıyla birleşerek çölün ortasında yankılanıyor ve çocuğun ardında bıraktığı her bir taşın üzerinde saklı hikâyeleri arıyorum. Her bir taşın üzerinde sanki görünmez hikâyeler, derin anlamlar yatıyor ama ben rüyadaki halimle baş edemiyorum bununla. Kim bilir, belki de o taşlar, onun hayallerini, umutlarını, masumiyetini ve kaybolmuşluğu barındırıyor. Onları hissetmek, çocuğun ruhunun derinliklerine inmek gibi bir şey olup veriyor rüyanın içindeki rüya tasvirlerimde.

O basit gibi görünen taşların derinliğini sorguladıkça o küçük çocuğun varlık dünyasında ne tür sırlara karşılık gelebileceğini düşünüyorum. Taşlar, çocuğun sessiz çığlıklarını ve kaybolmuşluğunu dile getiren birer anıta dönüşüyor adeta. Bu düşüncelerle taşları incelerken, çocuğun ruhuna dokunduğumu hissediyorum ve o an, dünyanın tüm acılarını ve umutlarını taşıyan bu küçük taşların ne kadar değerli olduğunu hissediyordum.

Ansızın taşların arasından bir kâğıt parçası gözüme çarpıyor. Titreyen ellerimle, ağır ağır ve dikkatlice çekip alıyorum o kâğıdı. Hışım ve öfke ile katlanmış o kâğıdın içinde sakladığı sırların ağırlığını içimde hissediyorum. Derin bir nefes alıp, yavaşça açıyorum kâğıdı. Her seferinde hep ama hep aynı manzara karşıma çıkıyor: Karşımda, çocuğun ince parmaklarıyla çizdiği bir resim beliriyor. Resimde, altın sarısı saçları dalgalanmış bir çocuk, elinde taşları üst üste dizen güler yüzlü bir adam ve adamın solunda üç çocuk ve bir kadın duruyor. Hepsinin yüzündeki ifade öyle sevecen, öyle merhamet dolu ki, kalbimde hafif bir sızı hissediyorum. Sanki mutluluğun resmini çizen ressamın tablosuyla karşı karşıya kalıyorum, öyle içten ve sıcak bir tablo.

Yanlarında ise büyük bir kalp çizilmiş, içi çeşitli renklerde taşlarla doldurulmuş. Üç boyutlu çizilmiş taşların bir yüzeyi çocuğun o çölün ortasında üst üste koyduğu taşların beyazıyla aynı renkte.  Taşlar sanki çocuğun umutları, hayalleri ve kaybettiği masumiyetin sembolleri gibi duruyor resimde. Resmin alt kısmında, çocukça bir el yazısıyla titrek harfler beliriyor: “Buralarda her kalp birer taşa dönüşmüş”. Ve hemen altında, daha küçük harflerle, ama yürek parçalayan bir cümle var: “Ben ise ailemin kalbini arıyorum”…

O kelimeler, rüyamdaki Êzidî çocuğun derin acısını, kaybolmuşluğunu ve çaresizliğini öyle güçlü bir şekilde ifade ediyor ki, içimde bir yerlerin kırıldığını hissediyorum. O küçük ellerin çizdiği, masum bir kalbin yazdığı o satırlar, sadece bir çocuğun değil, savaşın ve yıkımın ortasında kalmış bütün çocukların sessiz çığlıklarını yansıtıyor. Her seferinde tarifsiz bir savaşın ortasından kurtulmuş gibi uyanıyorum, gözlerim doluyor, boğazım düğümleniyor ve o an, o küçük kâğıdın aslında koca bir dünyayı taşıdığını fark ediyorum.

Peşimi bırakmayan o mükerrer rüya, sevgisizliğin ve kayıpların karanlık derinliklerini gözler önüne sererken, bir yandan da umudun ve sevginin ışığını kalbime işliyor. O rüya, acının ve karanlığın gölgesinde, sevginin ve umudun sönmeyen ateşini hatırlatıyor, ruhuma hem her seferinde yeni bir yara açıyor hem de o yaradan yeni bir ışık doğuruyor.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.