‘Şu madun Çerkesler’
Kuban Kural 5 Mayıs 2025

‘Şu madun Çerkesler’

Bir önceki yazıyı, konuşamayanlardan, nefesi yetmeyenlerden bahsedip “madun bir kimlik olarak Çerkesler” i konuşalım diye bitirmiştik.

O günden bugüne baya bir zaman geçti. Gündemin rüzgâr kadar hızlı aktığı ülkemizde bir yandan “süreç” yürütülmeye çalışırken bir yandan 19 Mart “darbesi” gerçekleştirildi. Bu yazıda gündem edeceğimiz madun kimlikler (özelde Çerkesler) bütün bu konularda kendi meşreplerince dahi cümle kuramadılar. Sesleri çıkmadı. Bu da bize, maduniyet meselesini ne kadar derinden ele almamız gerektiğini gösteriyor.

Çerkesler

Bu toprakların 161 yıllık tarihine dâhil olmuş, buralı olmayan bir halk olarak Çerkesler; gerek yaşadıkları – 1864 ile sembolleşen –  soykırım, gerekse geldikleri coğrafyada karşılaştıkları yeni kolonyal süreçler sebebiyle politik konularda sesi en son çıkan – çoğu zaman hiç çıkmayan – toplumlardan. Madunluk biraz da böyle bir şey. Devletin/otoritenin tavrı tam olarak belli olmadan cümle kurmak, her daim riskli görülür madunlar için.

Çarlık Rusyası tarafından gerçekleştirilen soykırımın ardından dönemin Osmanlı coğrafyasına yayılan geniş Çerkes kitlesi, yeni geldikleri “halife”nin ülkesinde bir yandan nefes alacak imkânı bulurken bir yandan da Osmanlı devletinin ihtiyaçları öncelenerek yerleştirildiler. Bugün İsrail’den, Ürdün’e, oradan Suriye’ye ve Anadolu coğrafyasına kadar her yerde Çerkeslerle karşılaşıyor oluşunuzun ama hiçbir yerde toplu yerleşimlerine rastlamamanızın temel sebebi Osmanlı İmparatorluğu’nun iskân politikasıydı. Hicaz demir yolunu koruma görevinden, Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimlerle Müslüman toplum arasına yerleştirilmeye, oradan İstanbul’un yakın bölge savunmasına kadar birçok gerekçe bu yerleştirilmenin sebepleri arasında sayılabiliyor.

Buralı olmama, dışarıdan gelme yani diaspora olma hali, gelinen ülkeye sürekli bir minnet duygusuyla yaklaşmayı ve otoritelerle iyi geçinme çabasını beraberinde getiriyor. Otoritenin de beklediği tam olarak bu. Osmanlı İmparatorluğu özelinde düşünürsek Anadolu’da azalan Müslüman nüfusu artırmak, Orta Doğu’da isyancı bedevilere karşı Çerkesleri kullanmak, cepheye sürülecek asker sayısını artırmak vb. sebepler, otoritenin beklediği minnetin çıktıları olarak görülebilir.

Osmanlı, imparatorluk olmanın da getirdiği özellikleri sebebiyle, biat isterken, Çerkeslerin (ve tabi birçok diğer halkın) diline, kimliğine pek ses etmemiş, en azından köylerde Çerkescenin yaşaması bir şekilde sağlanmış. Kimse de gelip “Sen Çerkes değilsin Türksün artık Çerkesce konuşma” dememiş. İmparatorlukların Ulus Devletlerle karşılaştırıldığında ehven-i şer olduğunu iddia etmiyorum aslında. İkisi de farklı sistemler neticede. Sadece bir durum tespiti yaptığım.

Çerkesleri bu coğrafyada en çok etkileyen zaman aralığını Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyetin kurulduğu 1919 -1923 arası dönem olarak belirlediğimizde yanılmış olmayız sanırım. İmparatorluk yıkılırken yaşanan iç savaş esnasında hem saltanat yanlıları arasında hem de Ankara hükümeti taraftarları arasında silahlı güçleri bulunan Çerkeslerin bu süreçten yanlarına; iktidar kavgası içinde araçsallaşmaları, birbirlerini katletmeleri, hainlik yaftası ve yıllara yayılan bir asimilasyon süreci kalmış. Düşünsenize; bugün kendilerinin bile hatırlamadığı Gönen – Manyas Çerkes Sürgünü, bu dönemde gerçekleştirilmiş. Dönemin Çerkes elitlerinin çoğunun yaşadığı Güney Marmara bölgesinde gerçekleştirilen bu sürgün hadisesi Cumhuriyetin ilk iç sürgünü olmasının yanında Dersim Soykırımı’nın prototipi mahiyetindedir…

Çerkeslerin itaat etmelerinin yetmediği, kimliklerinden, dillerinde de ödün vermelerinin beklendiği cumhuriyet döneminin sonunda, geldiğimiz noktada, kuracakları “Türkçe” cümleleri bile otoritenin tutumuna göre belirleyen büyük ölçüde asimile olmuş, zihinsel olarak kolonize edilmiş geniş bir Çerkes kitlesi ile karşı karşıyayız.

Sadece “Çözüm Süreci”ne dair konuş(a)mamaları değil sorun. Ülkedeki her hangi bir konuda politik bir tutum sergilemedikleri gibi direk kendilerini ilgilendiren konularda konuşurken dahi devletin tutumunun belirleyici olması. Bu anlamda Çerkes Soykırımı’nı en radikal şekilde protesto ettikleri dönemlerin Rusya ile Türkiye’nin problem yaşadığı, tabiri caizse Türk devletinin “yol verdiği” dönemler olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bugün ülkenin geldiği noktada, Rusya’yı ürkütmek istemeyen TC’nin tutumunun Çerkes Soykırımı söylemine etkisi üzerinde durabiliriz. Görünür alanlardan uzaklaşma, Soykırımı Sürgün kavramı ile yumuşatma gibi süreçler, alınan politik tavrın devletin tutumuna göre belirlendiğini gösteriyor…

Sessizliği kırmak

Geniş Çerkes kitlesinin hep birlikte ayağa kalkıp demokratik bir perspektiften cümle kurmaya başlaması şu an için maalesef pek mümkün gözükmüyor. Madunlaştırılmış, Türklük sözleşmesinin neferi kılınmış bir kitlenin değişmesi/dönüşmesi için öncülere ihtiyaç var. Bugün onlarca Çerkes organizasyonunun tüzüğünde demokrasi, kimlik, kültür mücadelesi vb. kavramlar geçse de büyük ölçüde onlarında sessizliğe gömüldüklerini söyleyebiliriz. Birkaç istisna dışında bürokratik süreçlere hapsolmuş kurumsal yapılar sebebiyle Çerkeslerin meselelerinin konuşulmasının kapısını aralayacak olan “sürece” dair cümle kurmamalarını, madunluğun yeniden üretilmesi olarak yorumlamak mümkün. Daha önceki çözüm sürecinde daha fazla konuşuyorlardı çünkü devlet meselenin toplumsallaşması konusunda kısmi de olsa ön açıcı bir tutum sergilemişti…

Son tahlilde, kurumsal Çerkes yapılarından uzun erimli bir demokrasi mücadelesi geliştirmelerini beklemek çok gerçekçi değil. Bu sessizliği kıracak, Türklük sözleşmesini yırtacak ve madunluğun sınırlarını zorlayacak olan yeni oluşumlar, entelektüel gruplar, yeni nesil örgütlenmeler olabilir ancak. Çerkesler arasında demokrasiyi merkezine alan tartışmalar ancak bu şekilde gündem edilebilir…

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.